Baba, Tanrı, Devlet: Otoritenin Kutsal Elbisesi

Baba, Tanrı, Devlet: Otoritenin Kutsal Elbisesi

Devletin tanrısal bir figür gibi algılanması, yalnızca teokratik rejimlere özgü bir eğilim değildir. Bu olgu, insanlık tarihinin başlangıcından bu yana farklı biçimlerde tezahür etmiş; mitolojilerde, dini inanç sistemlerinde, siyasal kuram ve pratiklerde sürekli olarak yeniden üretilmiştir. Antropolojik olarak kutsal ile düzen arasında kurulan bağ, siyasal iktidarın “ilahi” bir kaynaktan türediği inancıyla birleşerek, devleti neredeyse aşkın bir varlık gibi konumlandırır. Bu durumun yalnızca tarihsel bir anakronizm değil, günümüzün sekülerleşmiş toplumlarında bile varlığını sürdüren güçlü bir ideolojik aygıt olduğu açıktır.

Antik Mısır’dan Sovyetler Birliği’ne, Osmanlı’dan Nazi Almanyası’na kadar farklı dönemlerde, farklı sistemler altında değişen biçimlerde fakat benzer mantıkla işleyen bu kutsallaştırma pratiği, yalnızca yönetici sınıfın iktidarını değil, aynı zamanda halkın ona duyduğu duygusal bağı da pekiştirir. Devletin “koruyan baba”, “yargıç”, “yaratıcı” ve hatta “kurban eden tanrı” rollerini üstlendiği bu yapılar, hem kolektif bilinçdışına hem de kültürel mirasa işlemiştir.

İnsan, varoluşsal kırılganlığını telafi etmek için mutlak bir düzene ihtiyaç duyar. Bu düzene atfedilen kutsallık, onu sorgulanamaz kılar. İşte bu noktada devlet, yalnızca bir aygıt değil, bir “iman nesnesi”ne dönüşür.

Bu dönüşümün nasıl gerçekleştiğini anlamak için, insanlık tarihine, mitolojik kodlara, dinlerin rolüne ve modern ideolojilerin kullandığı seküler teolojilere bakmak gerekir.

İktidarın Tanrısal Meşruiyeti: Tanrı'nın Yeryüzündeki Gölgesi

Antik medeniyetlerde krallar ya doğrudan tanrılarla akraba sayılırdı ya da tanrıların yeryüzündeki temsilcisi olarak kutsanırdı. Mısır’da firavun, tanrı Ra’nın oğlu kabul edilirken, Sümer şehir devletlerinde krallar Tanrı Enlil’in iradesini uygulayan seçilmiş kişilerdi. Bu anlayış yalnızca dini değil, yönetsel bir işleve de sahipti. Çünkü halk, yöneticiyi Tanrı’nın gölgesi olarak görürse, ona itaat yalnızca siyasi bir davranış değil, ahlaki ve dini bir zorunluluk hâline gelirdi.

Max Weber, meşruiyet türleri arasında “karizmatik otorite”yi tanımlarken bu tip iktidar yapılarının “olağanüstü niteliklere sahip” bir lidere duyulan inançla kurulduğunu belirtir (Weber, 1978). Ancak bu olağanüstülük, çoğu zaman kutsallıkla iç içe geçmiştir. Tanrı’yla aynı soydan geldiğini iddia eden firavunlar ya da Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi olduğu düşünülen halifeler, bu karizmanın üzerine teolojik bir perde örmüştür.

İlahi Haklar Doktrini: Devletin İtaatle Beslenen Teolojisi

Ortaçağ Avrupa’sında bu kutsallık daha sistematik bir biçimde işlenmiş, “Kralların İlahi Hakkı” (Divine Right of Kings) doktriniyle yöneticinin Tanrı tarafından görevlendirildiği kabul edilmiştir. Bu doktrine göre, krala karşı çıkmak Tanrı’ya karşı gelmekle eşdeğerdir. İngiliz kralı I. James şöyle diyordu: “Kral, Tanrı’nın yeryüzündeki vekilidir. Krallar, Tanrı gibi davranmalıdırlar.”

Katolik Kilisesi de bu anlayışı beslemiş; dünyevi otoritenin Tanrısal bir düzenden geldiğini iddia ederek monarşilerin tahakkümünü meşrulaştırmıştır. Bu teolojik-siyasal ittifak, halkın itaatini hem dinî vecibe hem de ahlaki borç haline getirerek sorgulamanın önünü kesmiştir.

Durkheim ve Kutsalın Sosyolojisi: Toplum Kendine Tapar

Émile Durkheim’a göre kutsallık, doğaüstü bir varlıktan değil, toplumun kendisinden doğar. İnsanlar, toplumsal düzenin devamı için belirli sembolleri kutsallaştırır. Totemizmin çözümlemelerinde Durkheim, totemin tanrısal bir nesne değil, toplumun kendi varlığına duyduğu saygının nesneleşmiş hâli olduğunu savunur (Durkheim, 1912).

Bu bakış açısıyla devlet, modern çağın totemidir. Bayrak, marş, kurucu lider heykelleri, milli günler... Tüm bu unsurlar seküler bir dine hizmet eder. Devlet burada artık yalnızca bir yönetim organı değil, adeta bir “inanç nesnesi”dir. İtaat, yurttaşlık görevi değil, neredeyse ibadettir.

Bu nedenle devlete yönelik eleştiriler, bir ideolojik tartışmadan ziyade bir “kutsala hakaret” gibi algılanır. Türkiye gibi toplumsal sekülerleşmesi tamamlanmamış toplumlarda devlet hâlâ “el uzatılamaz”, “eleştirilemez” bir figür olarak işlev görür.

Carl Schmitt ve Siyasal Teoloji: Seküler Tanrının Devletle Reenkarnasyonu

Yirminci yüzyılın en tartışmalı hukukçularından Carl Schmitt, “siyasal olanın teolojik kökenleri”ni incelerken şu çarpıcı tezi ortaya atar: “Modern siyasal kavramlar, sekülerleştirilmiş teolojik kavramlardır” (Schmitt, 1922). Egemen, Tanrı gibi mutlak ve sorgulanamazdır. Olağanüstü hal, mucize gibidir. Yasama faaliyeti, kutsal metinlerin yorumlanması gibi işler.

Schmitt’e göre modern laik devlet bile teolojik bir refleksi taşır. Egemen olan, bir kriz anında hukukun üstüne çıkar; tıpkı bir tanrının doğa yasalarını askıya alarak mucize yaratması gibi. Bu noktada devlet, “laik bir tanrı” gibi işler: hem koruyucu hem cezalandırıcı hem de aşkın.

Devletin Baba Figürü Olarak İnşası: Psikopolitik Bir Tahlil

Byung-Chul Han’a göre neoliberal çağda birey, özgürlük değil güvenlik talep eder. Bu talep, “otorite”ye olan arzuyu artırır. Devlet, bu arzunun en kurumsal karşılığıdır. Freud’un “süper ego” modelini anımsatan bu yapı, bireydeki suçluluk duygusunu bastırmak için “otoriteye teslimiyeti” önerir. Devlet burada artık tanrısal değilse bile “babasal” bir figürdür. Serttir ama korur. Cezalandırır ama öğretir. Bu mit, özellikle kriz dönemlerinde yeniden dirilir. Pandemi, savaş, ekonomik kriz gibi olaylar, devletin kutsallığını yeniden üretir.

Devletin bu “baba” kimliği, sosyolojik olarak Talcott Parsons’ın “yapısal işlevselcilik” teorisinde de karşılık bulur. Parsons’a göre aile içinde baba, otorite ve disiplinin temsilcisidir; toplumsal yapıda ise bu rolü devlet üstlenir (Parsons, 1951). Devlet, bireyin çocukluk döneminde içselleştirdiği baba figürünü temsil eder: onu korur, ona sınır koyar, cezalandırır ama aynı zamanda düzeni sağlar. Bu nedenle devletin otoritesi, yalnızca hukuksal değil, duygusal bir bağ içerir.

Psikanalitik açıdan ise Jacques Lacan’ın “Baba'nın Adı” (Nom du Père) kavramı burada belirleyicidir. Lacan’a göre çocuk, toplumla tanıştığında simgesel düzenin içine “babanın adı” üzerinden girer. Yani yasa, otorite ve dil, babanın temsil ettiği düzenle gelir. Modern birey için bu “baba” artık fiziksel bir figür değil, devletin ta kendisidir (Lacan, 1957). Devlet, bireyin anlam haritasını çizen; neyin suç, neyin ahlak, neyin makbul olduğunu belirleyen büyük baba figürüne dönüşür.

Bu figür yalnızca koruyucu değildir; aynı zamanda cezalandırıcıdır. Michel Foucault’nun “gözetim” ve “disiplin” kavramlarıyla anlattığı gibi, modern devlet görünmez bir baba gibi davranır: her yerdedir, her şeyi görür ama çok nadir konuşur. Disiplin, bu babanın sessiz ama kudretli eliyle işler.

Türkiye özelinde ise bu “devlet baba” miti, hem resmi söylemlerde hem popüler kültürde güçlü biçimde yer bulur. 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren halk arasında sıkça kullanılan “Devlet Baba bizi korur”, “Devlet büyüktür, affeder” gibi ifadeler, devletin yalnızca bir yasa uygulayıcı değil, duygusal bir güven nesnesi olarak da işlev gördüğünü gösterir. Bu durum, yurttaş-devlet ilişkisinde edilgenliği artırır; birey sorumluluk almaz, onun yerine devlet alır. Devletin yanlış yapması ise baba figürüne yönelik bastırılmış öfkeyi tetikler, ancak bu öfke genellikle ya içselleştirilir ya da yön değiştirerek başka hedeflere sapar.

Günümüz siyaset psikolojisinde “otoriter kişilik” kuramı da bu eğilimi açıklar. Theodor Adorno ve arkadaşlarının geliştirdiği bu kurama göre, otoriter kişilik yapısına sahip bireyler, güçlü figürlere boyun eğmeye ve zayıflara karşı düşmanca olmaya yatkındır (Adorno et al., 1950). Bu bireyler için devlet, sarsılmaz bir otoritedir. Tıpkı babaya gösterilen çocukluk dönemi sadakati gibi, devlete karşı da duygusal, sadık ama sorgusuz bir bağlılık sergilerler.

Sonuç olarak devletin tanrısal değilse bile babasal bir kimlik kazanması, bireylerin psikolojik ihtiyaçları, sosyolojik kodları ve ideolojik düzenekleri tarafından sürekli olarak yeniden üretilmektedir. Bu figür, çağdaş toplumlarda bile hâlâ canlıdır çünkü birey her kriz anında “baba”ya dönmek, onun dizinin dibinde güven bulmak ister. Bu baba bazen serttir, bazen merhametlidir ama her zaman sorgulanamazdır.

Mitolojik Arketipler: Kurban Veren Tanrı, Yargılayan Tanrı, Kandıran Tanrı

Devletin tanrısallaşması yalnızca teolojik değil, mitolojik kodlarda da görünür. Jung’un arketip teorisine göre insan zihni belirli imgelerle evrensel olarak rezonansa girer. Devlet, bu imgeleri kolektif bilinçdışına gömer:

  • Kurban veren tanrı: Halk için kendini feda eden lider mitosu.
  • Yargılayan tanrı: Hukuku uygulayan ama sorgulanamaz olan yargıç-devlet.
  • Kandıran tanrı: Bizi korurmuş gibi yapar ama aslında bizi izler (Panoptikon).

Bu arketipler, sadece dini metinlerde değil, sinemada, edebiyatta, anayasada, miting meydanlarında yeniden ve yeniden sahnelenir.

Totaliter Rejimlerde Devletin Dinin Yerini Alması

Modern çağın diktatörlükleri, tanrıyı öldürüp yerine devleti koymuştur. Stalin, Lenin heykelleriyle kiliseleri değiştirirken; Hitler, Aryan mitolojisini devletle kaynaştırmıştır. Mussolini açıkça şöyle der:

“Devlet her şeydir. Onun dışında hiçbir şey, onun üstünde kimse yoktur.”

Bu yapıların ortak özelliği, bireyi yok ederek onun yerini "tek bir mutlak özne"yle doldurmalarıdır: Devlet.

Modern Demokratik Maskenin Altındaki Teolojik Kodlar

Bugün demokratik görünen birçok devlet bile, kriz anlarında “istisna” rejimleriyle yeniden kutsallığını inşa eder. 11 Eylül sonrası ABD’nin ilan ettiği “teröre karşı savaş”, adeta bir haçlı seferi gibi lanse edilmiş, Bush “Tanrı’nın görev verdiği lider” olarak sunulmuştur. Laik Fransa, Charlie Hebdo sonrası özgürlük adına olağanüstü hal ilan etmiş ama bunu bir tür laik cihat gibi pazarlamıştır.

Devlet burada seküler tanrı rolünü yeniden alır. Kutsal metin yerine anayasa, peygamber yerine lider, ibadet yerine oy verme, günah yerine anayasal suç gelir.

Devletin tanrısal bir yere konması, sadece geçmişe ait bir hurafe değil; günümüzde hâlâ işleyen, zamanla sekülerleşmiş ama özünde değişmemiş bir ideolojik refleksin ürünüdür. İnsanlık, devleti eleştirebilecek kadar rasyonel ama ona tapacak kadar irrasyoneldir. Bu çelişki, devleti hem bir koruyucu hem de bir ceza kesici olarak görmemize neden olur. Devlet tanrı değildir. Ama biz onunla öyle bir ilişki kurarız ki, eleştireni kafir, karşı çıkanı hain, sadakat göstereni evliya ilan ederiz.


Kaynakça

  • Adorno, T. W., Frenkel-Brunswik, E., Levinson, D. J., & Sanford, R. N. (1950). The Authoritarian Personality.
  • Durkheim, É. (1912). The Elementary Forms of Religious Life.
  • Foucault, M. (1975). Discipline and Punish: The Birth of the Prison.
  • Han, B.-C. (2017). Psychopolitics: Neoliberalism and New Power Techniques.
  • Jung, C. G. (1959). Archetypes and the Collective Unconscious.
  • Lacan, J. (1957). Écrits.
  • Parsons, T. (1951). The Social System.
  • Schmitt, C. (1922). Political Theology: Four Chapters on the Concept of Sovereignty.
  • Weber, M. (1978). Economy and Society.
  • Eliade, M. (1957). The Sacred and the Profane.
  • Assmann, J. (2018). The Invention of Religion: Faith and Covenant in the Book of Exodus.
  • Taussig, M. (1992). The Nervous System.

Read more

Tanrı Tarihi #23 Tanrı’ya mı İnsana mı Boyun Eğmeli?

Tanrı Tarihi #23 Tanrı’ya mı İnsana mı Boyun Eğmeli?

Tektanrıcılığın Ontolojik Derinliği ve İslam’ın Kurumsal Sapmaları Üzerine Karen Armstrong’un Dinin Kısa Tarihi adlı eserinin “Tanrı’nın İradesine Boyun Eğmek” başlıklı bölümü, özellikle İslam’ın teslimiyet temelli yapısını anlamak için güçlü bir başlangıç noktası sunar. Ona göre “Müslüman” olmak, kelime anlamıyla Tanrı’ya teslim olandır. Bu teslimiyet, yalnızca

By Daphne Emiroğlu
Ella Fitzgerald: Notalara Dokunan Kadın

Ella Fitzgerald: Notalara Dokunan Kadın

İnsan kendi dertlerine, beceriksizliklerine, korkularına uydurduğu bahanelere bakınca bazen utanıyor. Minik dertleri göğüsleyemeyen, küçük sorunları çözemeyen, mutsuzluklarına ve problemlerine çözüm bulamayan insanlarla, bir çoğu için dünyanın sonu denecek yerlerden yıldız gibi parlayan insanlar çıkıyor. Hepsi aynı gezegende yaşıyor. Aynı havayı soluyor. Ella Fitzgerald'dan bahsedeyim biraz. Geceleri onun sesiyle

By Daphne Emiroğlu
Satıh hâlâ müdafaaya muhtaçtır.

Satıh hâlâ müdafaaya muhtaçtır.

Mustafa Kemal Atatürk’ün Sakarya Meydan Muharebesi sırasında söylediği “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır; o satıh bütün vatandır” sözü, yalnızca bir savaş stratejisinin özeti değil, bir milletin varoluşsal mücadelesini ifade eden tarihî ve felsefî bir bildiridir. Yüzeyde bu cümle, belirli bir cephe hattının savunulmasından vazgeçilip, topyekûn direniş anlayışının benimsendiğini

By Daphne Emiroğlu