Bir Siyasi Analiste ya da Yoruma Neden Güvenmeliyiz?

Siyasi yorumcuları dinlerken, çoğumuz içgüdüsel bir güven ya da güvensizlik hissine kapılıyoruz. Elbette bu hislerin ötesine geçip bir analistin güvenilir olup olmadığını anlayabilmek için bazı bilgi ve ölçütleri bilmek gerekir. Aksi takdirde, kulağa hoş gelen ifadeleri “derinlik” sanmaya başlar; ses tonuyla, kelime seçimiyle, grafik kullanımıyla güven inşa eden ama içerik üretmeyen bir yorumcu ordusuna teslim oluruz. Ve o ordu bizim zihin topraklarımızı işgal eder.
Peki biz medyanın bu ordusuyla nasıl karşılaşacağız? Evimizin içine ekranlardan, podcastlerden, yazılardan giren bu insanların güvenilir olup olmadığını nasıl anlayacağız?

1. Epistemik Yetkinlik (Bilgiyle Konuşmak)
Bir yorumcunun analiz yapabilmesi için yalnızca görüş değil, sağlam bilgiye sahip olması gerekir. Philip Tetlock’un 20 yıl süren araştırması, siyasi analistlerin büyük bölümünün tahminlerinin rastlantısal düzeyde doğru çıktığını gösteriyor. Ancak çok kaynaktan düşünen, fikirlerini sürekli test eden, kendi yanılgılarına mesafe alabilen yorumcular daha tutarlı sonuçlar üretiyor. Bu, sadece entelektüel birikim değil, aynı zamanda entelektüel alçakgönüllülükle ilgilidir. Bilgiyi nasıl kullanacağını bilen, bir çok bilginin birleşip sonucu yarattığı yeri görebilmek de uzun yıllara dayanan bir tecrübe ve emeğin sonucudur.
2. Yabancı Dil Becerisi (Küresel Bağlantı Kurma Yeteneği)
Siyasi analiz sadece ulusal bağlamla değil, uluslararası gelişmelerle birlikte yapılır. İngilizce veya başka yaygın diller bilmeyen bir analist, güncel akademik yayınlara, diplomatik belgelere ve uluslararası medyaya erişemez. Bu da onu yalnızca yerel söylemlere ve çoğu zaman çarpıtılmış çevirilere bağımlı hale getirir. Marc Lynch’in Arap Baharı üzerine yaptığı analizler, Arapça kaynaklara hâkimiyet sayesinde derinleşmiştir. Timothy Snyder, Ukrayna ve Rusya üzerine yaptığı analizlerde sadece tarih bilgisi değil, bölge dillerine hâkimiyet sayesinde olayları çok katmanlı şekilde değerlendirmiştir. Yabancı dil bilmek sadece bilgiye erişim değil, aynı zamanda farklı düşünme biçimlerine aşinalık kazanmak anlamına gelir.
3. Bağımsızlık (Kimin Adına Konuşuyor?)
Yorumcunun söylediklerinin kime hizmet ettiğini bilmek, güvenilirliği değerlendirmenin temel yollarındandır. Onlara soracak olsak hepsi bağımsızdır ama gerçekten bağımsız olan kimdir? Bir medya grubuna, siyasi partiye ya da sermaye odağına bağlı olan yorumcular, ne söylediklerinden çok neyi söyleyemedikleriyle ölçülmelidir. Chomsky ve Herman’ın Manufacturing Consent adlı çalışması, medyanın sistematik olarak mevcut güç yapısını yeniden üreten bir aygıta dönüştüğünü ve yorumcuların da bu çerçevede pozisyonlandığını ortaya koymuştur. Yani her analiz bir tür “editoryal sansür”ün filtresinden geçiyor olabilir.
4. Analitik Derinlik (Olayı Değil, Yapıyı Anlatmak)
Gerçek analiz, sadece “ne oldu”yu değil, “neden oldu, neye evrilebilir”i de içerir. Derinlik, teknik jargonda değil, nedensel bağ kurma becerisindedir. Fareed Zakaria, Irak Savaşı öncesinde toplumsal yapı ve etnik fay hatlarına dikkat çekerek savaşın felakete dönüşeceğini öngörmüştü. Gideon Rachman, Brexit oylaması öncesinde yalnızca siyasi elitlerin söylemine değil, seçmen psikolojisine bakarak duygusal bir tepki dalgasının yükseldiğini tespit etmişti. Analitik derinlik, zamanın ruhunu değil, zamanın arka planını okumaktır. Olayların kendisinden ziyade nelerin sonucu olduğunu da anlamaktır.
5. Zihinsel ve Ahlaki Tutarlılık (Dün Ne Dedi, Bugün Ne Diyor?)
Bir yorumcunun zaman içinde fikirleri değişebilir, hatta değişmelidir. Ancak bu değişim gerekçelendirilmemişse, entelektüel evrim değil, pozisyon kaymasıdır. Barbara Tuchman’ın “The March of Folly” adlı eserinde, siyasal karar vericilerin bilgiye rağmen irrasyonel kararlar aldıkları, bunun da tarihsel yıkımlara yol açtığı anlatılır. Aynı durum, o kararları yorumlayanlar için de geçerlidir. Tutarlılık, analizcinin yalnızca geçmişe değil, kendine de eleştirel bakabilmesini gerektirir.
6. Etik Duruş (Ne Söylemiyor?)
Modern çağda sadece yanlış bilgi değil, eksik bilgi de bir manipülasyon aracına dönüşebilir. Claire Wardle’ın “Information Disorder” raporunda belirtildiği gibi, bir yorumcunun güvenilirliği yalnızca doğruları söylemesiyle değil, neyi gizlediğiyle de ölçülmelidir. Bilgi saklamak, çarpıtmak ya da karşıt görüşleri sistemli şekilde itibarsızlaştırmak, etik dışı bir iletişim biçimidir. Analist yalnızca konuşan değil, aynı zamanda susmayı seçendir; neyin dışarda bırakıldığı her zaman tesadüfi değildir.
Tüm bu ölçütleri göz önünde bulundurduğumuzda, aslında çoğu insanın dinlediği yorumcuları bu kriterlerle değerlendirmediğini fark ederiz. “Derin” diye tanımlanan analizler, sıklıkla sadece kompleks cümle yapılarından veya ciddi yüz ifadelerinden ibarettir. Bu havalı duruş konuşmayı çok önemliymiş havasına sokabilir. Oysa derinlik, metodolojik tutarlılık, bilgiye erişim, etik farkındalık ve eleştirel düşünceyle mümkündür.
Peki bu kriterleri bilmek yetiyor mu? Elbette hayır. Asıl mesele, bu kriterleri kimlerin uygulayabileceği. Çünkü burada acı ama gerçek bir soruyla yüzleşmemiz gerekir: Sade vatandaş bu kriterleri fark edebilir mi? Ve daha önemlisi: Bunun için nasıl bir bilgi birikimi gerekir?
Siyasi analizleri değerlendirmek için vatandaşın bilimsel yayınlara hâkim olmasını bekleyemeyiz. Ama bu, hiçbir şey yapamayacağı anlamına da gelmez. Çünkü mesele üniversite diploması değil, zihinsel refleks meselesidir. Türkiye bu konuda biraz dezavantajlı bir toplum olsa da bunu başarmak mümkün. Retorik Cenneti memlekette her konuşmacının retoriğie saygı duruşu yaptığı konuşma alkışlanabilir ama bu boş alkışları her an kesebiliriz.
Her şeyden önce, eleştirel medya okuryazarlığı dediğimiz şey devreye girer. Bu, sadece haber izlemek değil; haberin nasıl verildiğini, kim tarafından verildiğini ve neyin neden özellikle bu şekilde seçildiğini sorgulama becerisidir. UNESCO’nun medya okuryazarlığı çerçevesine göre, sıradan vatandaş bile üç temel soruyla pasif izleyicilikten aktif denetçiliğe geçebilir:
- Bu bilgi nereden geliyor?
- Bu yorumda ne eksik bırakılmış olabilir?
- Bu yorum kime hizmet ediyor olabilir?
Bu üç soru, gazetecilik ya da siyaset bilimi diploması gerektirmez. Sadece dikkat ve tekrar ister.
Örneğin bir yorumcu sürekli aynı partiye ya da figüre odaklanıyor, diğer aktörleri yok sayıyorsa bu tarafsız değil, pozisyonel bir bakıştır. CHP’nın mutlak butlan davası konusunda Kılıçdaroğlu’nun çıkışlarını bırakmış CHP’nin yönetimini de işin içine katmaya kalkışmışsa yorumunu değil ama arsız pozisyon tutuculuğunu alkışlayabiliriz belki. Eğer aynı analist geçmişte tam tersi yorumlar yapmış ama şimdi sessizleşmişse bu da entelektüel değil, konjonktürel davranış örneğidir.
Yine, bir yorumcunun sürekli büyük laflar edip hiç kaynak göstermemesi, referans vermemesi veya kavramsal derinlikten kaçması, yüzeysel konuştuğunun işaretidir. “Zaten herkes biliyor”, “bu çok açık” gibi ifadeler, analiz değil, manipülasyondur. Daniel Kahneman’ın da vurguladığı gibi, zihin çoğu zaman hızlı sezgilere yönelir ama iyi analiz, sezgiden değil sabırlı yapılandırmadan doğar.
Bir başka dikkat noktası, duygu sömürüsüdür. Siyasi yorumcu ya da gazeteci eğer sizi sürekli öfkelendiriyor, sürekli heyecanlandırıyor, sürekli umut pompalıyorsa dikkatli olun. Çünkü duygu yoğunluğu arttıkça analitik farkındalık azalır. Limbik sistem çalışır, frontal lob devre dışı kalır. Bu da karar değil tepki üretir.
Ayrıca, bir yorumcunun analizleri ne kadar çok “özgüven” içeriyorsa, o kadar dikkatli olunmalıdır. Çünkü güven, çoğu zaman bilginin yerine geçirilir. Dunning-Kruger etkisi gereği, en az bilgiye sahip olanlar, en çok emin görünürler. Ve sade vatandaş için bu özgüven, “bu adam biliyor” hissi yaratır. Oysa bilen, kuşku taşır. Emin olmak, çoğu zaman bilmemektir.
Tüm bunlar, vatandaşın kendi “politik bilinç repertuarını” geliştirmesiyle ilgilidir. Bu repertuar, illa büyük teorilerle değil, küçük farkındalıklarla başlar:
Farklı kaynakları karşılaştırmak.
Yabancı bir medya kuruluşuna da göz atmak.
Bir yorumcunun eski analizlerini tekrar dinleyip kendini ne kadar güncellediğini görmek.
Veya belki sadece birkaç ay sonra dönüp aynı kişiye “ne değişti?” diye sormak.
İşte tüm bu basit ama etkili adımlar, herhangi bir bireyi sadece tüketen değil, süzen bir izleyici haline getirir. Bu da aslında siyasetin en temel güvencelerinden biridir: Tepki değil analizle hareket eden bir topluluk.
Bu noktada vatandaşın okuryazarlığı, sadece kendi tercihini belirlemez. Aynı zamanda manipülatif içeriklerin yayılmasını da önler. Çünkü bu içerikler, en kolay şekilde farkındalık eşiği düşük zihinlerde kök salabilir. Ama bu eşik, geliştirilebilir. Zihin eğitilebilir. Her gün televizyonda saatlerce “analiz dinlemek” yerine, bir kere durup şu soruyu sormak yeterlidir:
“Ben neyi dinliyorum?”
“Bu yorum bana ne katıyor?”
“Bu kişi söyledikleriyle mi, söylemedikleriyle mi bana yön veriyor?”
Sorular varsa, umut da vardır.

Gerçek Bir Örnek: Duygu Sömürüsünün Anatomisi
Bir gazetecinin yayında yaptığı konuşma, duygu sömürüsünün güncel ve popüler bir örneğini sunuyor. Bu konuşmada, halkı temsil eden bir söylem kuruluyor, ancak söylemin içeriği analiz değil, duygusal mobilizasyon.
Konuşmada şunlar var:
1. Genellenmiş Mağduriyet ve Duygusal Tekilleştirme
“Ben hiçbir siyasi partinin beni temsil ettiğini düşünmüyorum…”“Bağırdım kaç defa… yok diyorum…”
Burada konuşmacı, kişisel hayal kırıklığını toplumsallaştırarak duygu yaratıyor. “Benim temsil edilmediğim bir yerde kimse temsil edilmiyordur” gibi dolaylı bir mesaj veriliyor. Bu, klasik bir duygusal tekilleştirme yöntemidir: Bireysel duygular üzerinden kolektif öfke mobilize edilir.
2. Kolektif Hüsran Dili
“Bu son seçim olacak, Türkiye yandı, bitti, kül oldu.”“20 yaşındaki gençlerden utanın ya!”
Bu söylemde, gelecek tümden kaybedilmiş, halk umutsuz, gençler mahvolmuş, seçmen kandırılmış gibi maksimum yoğunlukta dramatizasyon yapılmakta. Felaketleştirme (catastrophizing) ve genellemeyle korku yayma bariz biçimde var.
3. Kendini Temize Çekip Herkesi Suçlama
“Ben yıllardır söylüyorum… ben söyledim… ama onlar…”
Konuşmacı, tüm yorumlarını baştan “ben haklıydım” zeminine oturtarak vicdan üstünlüğü kuruyor. Bu, retorikte “karşılaştırmalı ahlaki üstünlük” taktiğidir. Bu taktik, izleyiciye “benim gibi düşünüyorsan sen de temizsin” mesajı verir.
4. Yapay Yükselmeler, Bitmeyen Tonlama
“Ya bu nasıl bir koltuk hırsı ya! Kaç yıl yöneteceksiniz ya!”“Koltuktan kalkamıyorsunuz, tutkal gibi yapışmışsınız!”
Retorik olarak ses yükseltmeler, tekrarlar ve ritmik vurgular; konuşmayı rasyonel bir analizden çıkarıp coşku çağrısına (pathos) dönüştürüyor. Ama bu coşku bilgiyle değil, tepkiyle besleniyor.
5. Karşılık Beklemeyen Kahramanlık İmgesi
“Benim hakkım onlara helal olsun… onlar gidiyorlar, her yerde halkın yanında duruyorlar.”
Burada duygusal denge kuruluyor: önce sistemin “kötüleri” eleştiriliyor, ardından “halkın yanında duran kahramanlar” anlatılıyor. Bu, bir tür sahte “iyi–kötü ikilemi”. Gerçek karmaşıklık yerini masalsı ayrımlara bırakıyor.
6. Ahlaki Tokat Retoriği
“20 yaşındaki gençlerden utanın ya!”“Bu nedir ya! Takım tutar gibi parti tutulur mu?”
Burada halktan yana pozisyon alıyor gibi görünen bir konuşmacı aslında halkı azarlıyor. Retorikte bu, etkileme değil utandırma taktiğidir. Ama hedef seçmen değil, seçmeni yönetenler gibi sunularak kaçınılmaz şekilde tüm izleyici etkileniyor. (Buna “genel utandırma ambalajı içinde hedef dışı yanma” diyebiliriz.)
Bu metin, bir analiz değil, bir reaksiyon çağrısıdır. İçeriğinde somut veri, karşılaştırma, öneri ya da çözüm bulunmaz. Retorik coşku üzerinden, doğru sorular sormayan ama doğru duyguları yaşayan bir izleyici kitlesi yaratmaya çalışır. Bu, bilinçli yapılmasa da manipülasyondur.
İşte bu nedenle, bir konuşmanın içeriği kadar tonu, önerdiği zihin hali ve bilgi ile duyguyu nasıl kullandığı da önemlidir. Eleştiri yapıyor olması, analiz yaptığı anlamına gelmez. Öfkeyi paylaşmak kolaydır; karmaşık yapıları sadeleştirmek zordur. Gerçek analist, halkın öfkesine eşlik eden değil, o öfkenin nedenlerini anlamlandırandır.
Peki bu konuşma genel olarak hangi tepkileri alıyor?
“Bravo adamsın!” “Altına imzamı atarım!” “Harika konuşmaydı!” “Bilmem ne yazılır adam okunur” Zihin işte bu bataklığa götürür bizi… İşe yaramaz hatta durumları daha da beter eden çıkışların coşkulu destekleyicisi oluruz.
Sonuç olarak, siyasi analiz izlemek pasif bir tüketim değil, aktif bir zihinsel eylemdir. Bu kriterleri bilmeden yorumcu dinliyorsan, aslında sen analiz edilmeye açık hale gelmişsin demektir. Siyasi analist bir fikir üretici değilse, seni oyalayan bir hikâye anlatıcısına dönüşür. Bazı toplumlar uzun yıllar boyunca birbirinin aynı yorumları dinleyip eylemsiz hale gelir. Bu insanlara uzun yıllar maruz kalmanın sonucu olabileceğini düşündünüz mü hiç?

Ve bu çağda, hikâyeler değil gerçeklik kazansın istiyorsan önce sen sorgulamalısın:
Bu kişi gerçekten bilgi mi veriyor, yoksa bana bir pozisyon mu dayatıyor? Ve ben bu ikisini ayırt edecek bilgiye ve zihne sahip miyim?