Değişmeyenler Meclisi

Dünyada her yenilik iki tip tepkiyle karşılanır:
“Vay be, bu iyiymiş!”
“Eskiden her şey daha iyiydi, bu da kim, bu ne, bu neden?”
Zaten insanlık eski güzel günlerle, gelecek güzel arasında sıkışıyor sürekli. Eski günlere dönemiyor, güzel günleri hiç göremiyoruz. Anı yaşa demeyeceğim korkma… Bu bir kişisel gelişim yazısı değil ve keşke bir yazı ile gelişseydik.
İkinci grup işte bizim sadık statükocular. Onlar değişimin değil, dünkü konforun sadık bekçileri. Onlara göre her yeni düşünce “tehlikeli”, her yeni ses “bölücü” ve her genç “şımarık.” Dönem dönem isim değiştirirler: “Aklıselim”, “makul çoğunluk”, “tecrübeli siyasetçiler” ya da “parti büyükleri.” Ama zihniyet hep aynıdır: “Sus, otur ve düzeni bozma.” Kapa çeneni demenin bir çok yolu. var. Bunu kibar yollu yapanlar, herkesin çenesini kapatır.
Latince status quo ante ifadesinden gelen “statüko”, “önceki hal” demek. Yani her şeyin olduğu gibi kalmasını isteme hali. Siyaset bilimci Giovanni Sartori’ye göre statüko, “iktidar yapılarının ve toplumsal düzenin sürdürülmesini savunmak” anlamına gelir. Raymond Aron bunu daha da netleştirir: “Devrim karşıtlığı değil; reform korkusudur.” Yani statükocu dediğimiz kişi, restoranda yeni tat denemeyen, Netflix’te yeni dizi açmaya korkan, toplumda yeni bir eşitlik talebi görünce titremeye başlayan o tanıdık profil. Haydi yine İmparatorluk zamanlarına dönelim! Her şey ne kadar güzeldi… Oysa o günlerde belki bir çoğunun dedesi bile doğmamış Ama olsun dizilerde eski günler güzel ve görkemli görünüyor. Biz severiz varak falan…
Bu refleks yeni değil. Edmund Burke, Fransız Devrimi sonrasında “ani değişim toplumları çürütür” diyerek modern statükoculuğun dedeliğini yapmıştır. Tek dede bizimki değil.
Sadece sağcıların değil, solun da statükocusu olur. 1970’lerde sokakta “faşizme karşı omuz omuza” diyenler, bugün “aşırı radikalleşmeyelim” diyerek her türlü genç çıkışı budamaya meyilli. Gençler onlara bir şey anlatmaya kalkınca, “Siz bu işleri bilmezsiniz” diyorlar; ama kendileri 20 yıldır neyi bildiklerini tam olarak gösteremedi.
İşte burada CHP içinden örnek vermek kaçınılmaz. Kemal Kılıçdaroğlu ve etrafında kümelenen hizipçi yapı, tam da bu tanıma cuk oturan bir politik statükoculuk örneğidir. 13 yıl boyunca seçim kaybetmiş, halk desteğini dramatik biçimde yitirmiş, dahası değişim çağrılarını tehdit olarak algılayan bir kadrodan söz ediyoruz. Sözde demokratlar, “değişim” dendiğinde önce gözler devrildi, sonra gençler dışlandı. Statükocu gençleri ayrı tutalım :) Kazanılmış İstanbul ve Ankara belediyeleri onların gözünde partiye değil “kişilere” aitti; çünkü kurumsallık bir tehdit, liyakat ise gereksiz lüks olarak kodlanmıştı. Yeter ki her şey aynı kalsın, hiç birinin keyfi kaçmasın ve gelecek hayalleri olan liyakat nedir tam da anlamayan birileri oturacakları koltuklara ulaşsın.
Üstelik bu politik duruşun medya ayağı da hazırdı. Televizyon ekranlarında boy gösteren kimi sözde muhalif yorumcular, aslında statükonun şovmenleridir. Dışarıdan bakıldığında iktidarı yerden yere vuruyorlarmış gibi yaparlar; cümlelerinin içinde bolca “otoriterleşme”, “hukuksuzluk”, “baskı rejimi” gibi kelimeler vardır ama hiçbirisi bir çıkış fikriyle sonuçlanmaz. Sert gibi görünürler, ama sertlikleri sistemin sınırları içindedir — bir baharat gibi , ya da rol icabı öfke.
İşte tam burada tiyatro başlar: Bu yorumcular görünüşte iktidara ateş püskürerek muhalif kitlelerin güvenini kazanır. Onlara göre her şey kötüdür ama nedense her şeyin sorumlusu hâlâ “halktır” ya da “gençler çok aceleci”. Değişimi talep edenler “saygısız”, umut edenler “çocukça”, yeni lider adayları ise “deneyimsiz” olarak etiketlenir. Hatta yükselen muhalif liderleri de eleştirmekten geri durmazlar ama onların yaptığını yapamamışlardır. Ekranlarda muhalif gibi görünen bu figürler, aslında statükoyu yeniden üretmenin medya versiyonudur: Radikal gibi konuşan ama sistematik olarak hiçbir şeyi değiştirmeyen bir kulis diliyle, halkın aklıyla flört eden modern berbat şairler. Rol yaparlar ama senaryoyu yazmazlar. Yazılmış bir senaryoda oyuncudur. İleride daha iyi roller alma umudu vardır. Sahnededirler ve perdenin kapanmasını hiç istemezler. Kapanırsa bazı maaşlar da kapanır.
Bu noktada siyaset bilimciler Steven Levitsky ve Daniel Ziblatt, How Democracies Die (Demokrasiler Nasıl Ölür) adlı kitaplarında şöyle uyarır:
“Siyasi elitler, demokratik süreçler tehlikeye girdiğinde, kuralları korumak yerine, kendi konumlarını korumayı seçtiklerinde sistem çöker.”
CHP’deki kriz de tam olarak budur: Sistemi güçlendirmek değil, pozisyonu korumak. Değişim talep edenleri dış güçlerin ajanı ilan etmeseler de, “zamanla göreceksiniz” diyerek oyalamayı tercih ettiler. Gençler “değişsin artık” dediğinde, “ama başkasının devlet deneyimi yok” dediler. Sanki bu deneyim seçim kazanmak değil, 14 kere kaybetmekti. Partide statüko kutsallaştı, çünkü koltuklar dinî nitelik kazandı. Kimse değişim istemedi, çünkü herkesin oturduğu koltuk başka birinin hayalini ezmişti. Parti meclisi mezarlığa döndü, ama hâlâ “kazanabiliriz” umudu pompalandı. Bu umudun kime ait olduğu belirsizdi, ama kesin olan bir şey vardı: Yeniden seçilmek değil, sadece orada olmak istiyorlardı. Onlara oy verenlere ne olduğu umurlarında bile değildi. Bugün de aynı davranışı görüyoruz.
Toplumbilimci Anthony Giddens, Modernity and Self-Identity kitabında, modern bireyin kimliğini yeniden kurmaya zorlandığını, ancak bunun bir grup insanda “güvensizlik ve geleneklere sarılma” tepkisi yarattığını söyler. Statükocu işte tam buradadır: Değişimle yüzleşmek yerine “eski güzel günlere” sığınmak ister. Ama o “eski güzel günler” çoğu zaman sadece onun için güzeldir. Kadınlar, azınlıklar, gençler, işçiler için değil. Yani “düzeni koruyalım” diyene bir sorun: “Düzenin neresindeydin?”
Bir de yeniye hazırlanmak zordur… Dünyaya bakın onlarca yıla gerek yok 4 yıl önce günlük yaşamımıza dair her şey bildiğimiz ezberler değişti. Yeniyi yakalamak, kabullenmek kendine de bazı özellikleri eklemekten ve bilgiden geçiyor. Statükocu ise takım elbisesini ve döpiyesini giyip aynı tatavayı anlatmak istiyor. Bu bir yandan büyük bir çaresizlik. Artık onun yarım saatlik konuşmasındaki tüm yalanları yakalayan yapay zekalar var.

Türkiye’de statükoculuk, sadece ideolojik değil; kurumsal bir gelenek hâline gelmiştir. 1961 Anayasası sonrası gelişen bürokratik elitizm, uzun süre askeri, yargıyı ve yüksek bürokrasiyi “düzeni koruma görevlisi” yaptı. Toplumbilimci Şerif Mardin, “merkez-çevre” modelinde merkezin daima çevreye karşı statükoyu savunduğunu söyler. Yani değişim hep potansiyel tehlike, çevre hep şüpheli oldu. Bugün hâlâ “öyle gelmiş, öyle gider” diyenler, aslında bir rejimin değil, bir alışkanlığın devamını savunuyor. Ama unuttukları şey şu: Alışkanlıkların garantisi yoktur. Hatta bazıları kansere bile neden olur.
Statükocu seni sevmiyor çünkü: düşünüyorsun, sorguluyorsun ve rahatsızsın. Ve onun gözünde rahatsız olan, sistemin düşmanıdır. Statükocu şunu duymak istiyor: “Evet efendim, her şey mükemmel gidiyor.” “Evet! Harika konuştun” Ama sen şöyle diyorsun: “Bu ne saçmalık?” Ve işte tam orada statükocu seni “anarşist, bozguncu, vatan haini, azınlık ve daha diğer yaratıcı şeyler ilan ediyor. Ama bu iyiye işaret. Çünkü Michel Foucault’nun dediği gibi:
“Direnişin olmadığı yerde iktidar zaten mutlaklaşmıştır.”
Statükoculuk, bazen korkudur. Bazen konfordur. Ama çoğu zaman, başkasının konforunu bozmadan kendi konforuna dokunulmasın isteyen bir bencilliktir. Daha da kötüsü başkasını konforu bozulsun da aman benim ayranım dökülmesin demektir. O yüzden değişim istemeyenle tartışmazsın. Ona “değişim zaten oldu” dersin. Çünkü gerçekten oldu. Ama o hâlâ 1993’teki TRT Ana Haber’de.