Derin Analist Sanrısı: Halkın Yorumcu Estetiği ve Epistemik Pornografi

Derin Analist Sanrısı: Halkın Yorumcu Estetiği ve Epistemik Pornografi

Simülakr Çağında Analiz Taklidi: Kognitif Tatminin Medyatik Temsilleri Üzerine Bir İnceleme

1003 kişinin cevapladığı ankette katılımcılara “Hangi tür siyasi yorumcuyu izliyorsun/dinliyorsun?” sorusunu yönelttim. Sonucu tahmin etmiştim. Anket sonuçlanınca herkesin derin analist sevgisini takdir ediyorsun ama bu bir fantezi. İzlenme oranına göre derin analistlerinin takipçileri bu ankete denk gelmiş olamaz. Derinlerde özgürce yüzdüğünü sanan ama sığ sularda yüzen kaç kişiyiz?

Sonuçlara göre katılımcıların %62’si “derin analist” izlediğini, %34’ü analiz türünü bilmediğini, %2’si pozisyon tutucu, %2’si ise statükocu yorumcuları tercih ettiğini belirtmiş.İlk bakışta umut verici: Demek ki halkın %62’si yüzeysel değil, derinlikli içerik izliyor. Ama ikinci bakışta daha karanlık bir tablo beliriyor. Çünkü bu sonuçlar bir şeyi göstermiyor: “Derinlik algısı” ile “gerçek derinlik” arasındaki uçurumu. Türkiye’de insanlar ne izlediğini, neden izlediğini, hatta izlediği şeyin yorum mu, manipülasyon mu, PR mı, rant mı olduğunu bilmiyor. Ama yine de izliyor. Çünkü medya artık bilgi üretmez. Duygusal tatmin üretir. Ve Türkiye’deki izlenme oranı halkın derin analist izlemediğini gösteriyor.

Peki bu oranlar gerçek toplumsal karşılığa uyuyor mu? Hayır. Çünkü bu veriler “algı”yı gösteriyor, “gerçek tüketim davranışı”nı değil. İddia edilen oranlar kağıt üstünde çok hoş görünse de, medya içeriği, izlenme oranları, YouTube yorumları, reyting raporları ve TikTok kesitlerinin oranları incelendiğinde gerçek tablo şöyle ortaya çıkıyor:

Tabloya bakınca anketin gerçeği yansıtmadığını görüyoruz. Biraz üzülüyoruz ama üzüntünün soruna çaresi yok. Yansıtsa bugün ülkedeki seçim sonuçlarına maruz kalmazdık.

Bu tablo, Dunning-Kruger etkisinin canlı bir tezahürü. 1999’da David Dunning ve Justin Kruger tarafından yapılan araştırma, yüzeysel bilgiye sahip bireylerin kendi yetkinliklerini abartma eğilimi taşıdığını kanıtlamıştı. Yani kendini “derin analist” izleyicisi sanan %62’nin önemli bir kısmı, aslında ne dinlediğini analiz edecek kapasiteye sahip olmayabilir. Ne dediğini anlamadığı için “derin” sanıyor olabilir. Çünkü post-truth çağında bilgi, doğru olmak zorunda değil. Kulağa entelektüel gelmesi yeterli. Ankete katılıp “Derin analist” diye cevap veren bir arkadaşıma, hangi derin analistten bahsettiğini sordum, verdiği isim pozisyon tutucu ve entelektüel retorikçiydi.

Yorumcu izleyicilerinin büyük bir kısmı bilgiye değil, inanç teyidine ihtiyaç duyar. Yeni bir perspektife değil, zaten inandığını daha akademik duyma arzusuna sahiptir. Bu, Ralph Keyes’in 2004 tarihli “The Post-Truth Era” adlı eserinde detaylı biçimde analiz ettiği medya patolojisidir. Aynı zamanda Pierre Bourdieu’nün “cultural capital” (kültürel sermaye) kavramını da hatırlamak gerek. Herkes entelektüel görünmek ister. Derin analiz izlemek, sınıfsal ve kültürel bir poz göstergesidir. Bilgiye sahip olmak değil, bilgiye sahipmiş gibi görünmek, sosyal bir ayrıcalık yaratır. Yani insanlar derinlikli analiz izlediklerine inanmak isterler çünkü bu onları daha “bilinçli” gösterir.

Jean Baudrillard’ın ifadesiyle, simülakrlar (Gerçeğin yerini almış bir temsilin, artık gerçek gibi algılanması) çağındayız. Gerçekliğin değil, gerçeklik hissinin yeniden üretildiği bir çağ. Bu durumda analiz değil, analiz taklidi revaçta. Cümleye İngilizce bir kelime sıkıştırmak, karmaşık teorilerle karmaşık olmayan bir durumu açıklamak, anlaması zor bir dil kullanmak artık derinliğin ölçüsü sayılıyor. Sonuç? Kognitif otorite, duygusal rezonansa yeniliyor. Yani halk, ne dendiğini tam anlamasa da “iyi hissettiren” yorumcuya teslim oluyor. Ya da onu acılara, umutsuzluğa, çaresizliğe boğan: “Evet! Evet! Aynı söylediği gibi mahvolduk, berbat haldeyiz! Evet, sıradaki berbat habere geçelim!”

Anketin %34’ü analiz türünü bilmediğini söylüyor. Bu da medya okuryazarlığının hâlâ çok düşük olduğunu gösteriyor. Türkiye’de yorumculuk, bilgi verme işlevini çoktan terk etti. Yorumcu takip etmek bilgi almak değil, kabileye aidiyet ilan etmektir. Yorumcunun söylediklerinden çok, bizden biri gibi hissettirmesi önemlidir. Siyasi analiz, çoğu zaman politik magazinle karışır. “Nil Hanım bugün gergindi”, “Cem Bey çok zekice geçti orayı” gibi ifadeler içeriğe değil, izlenime odaklanır. Neil Postman’ın dediği gibi: “Bilgi, eğlenceye kurban edilir.” Bilginin yerini, mizansen alır. Analizin yerini, retorik performans.

Ankette Pozisyon tutucu ve statükocu oranı sadece %2 gibi görünse de bu yanıltıcıdır. Çünkü bu aktörlerin büyük kısmı “derin analist” maskesiyle dolaşır. Medyanın tümü bu tip yüzlerle çevrilmişken derin analist olarak tanınma şansı elde etmişlerdir. Açık pozisyon almadan çerçeve kurarlar. Her eleştiride “iki tarafı da anlamalıyız” söylemiyle suyu bulandırırlar. Kendi yandaşını “makul muhalif”, karşı tarafı “fanatik” olarak konumlandıran bu yeni nesil yorumcular, Noam Chomsky ve Edward Herman’ın “Manufacturing Consent” adlı eserinde tanımladığı rıza üretim mekanizmasının medya versiyonudur.

Bugün Türkiye’de ekranlar bilgi almak için değil, onay almak için açılır. Yorumcu, bilgi değil pozisyon satar. Bu yüzden “derin” diye izlenen şey çoğu zaman; arka planı olmayan akademik jargon, empati yerine ajitasyon, bağlam yerine alıntı parfümüdür.

Bu anket bir medya tüketim haritası değildir. Bu, epistemolojik çöküşün MRI taramasıdır. Halkın büyük kısmı “derin analist izliyorum” diyor ama gerçek şu ki, derinlik sadece izleyicinin kendi boşluğunda yankılanan bir sestir. Ve yankı derinse, ses değil duvar boştur.

Anlamadığınız analiz derin değildir, belki üzerinize büyük gelmiştir. Retorik zeka gibi görünür ama bazen sadece bakımlı bir safsatadır. Medya sizi düşündürmüyorsa, büyük ihtimalle sizi yönetiyordur.

2022'de RTÜK verilerine göre 15–21 yaşındaki gençlerin %35,6’sı düşük, %35’i orta, %29,4’ü ise yüksek dijital/media okuryazarlığına sahip… 2018’de Reuters Institute raporu, Türkiye’yi Avrupa’nın en az medya okuryazar toplumu arasında göstermiş; yalnızca Kuzey Makedonya’dan sonra gelmiş . 2018'den bu yana da pek gelişim göstermemişiz. 2011’de yapılan bir araştırma, Türkiye’deki medya okuryazarlığı çalışmalarının “korumacı-protectionist” perspektifle sınırlı kaldığını ve eleştirel boyutun zayıf olduğunu vurguluyor; yani bireyi medya metinlerini çözümleme yerine korumaya odaklanmakta olduğunu söylüyor. Linkten de faydalanabilirsiniz.

Bunun için araştırmaya gerek var mı diyebilirsiniz? Haklı bir soru olur. Instagram ve X’de biraz dolandığınızda medya okur yazarlığının neredeyse üstünde tepinildiğini görüyorsunuz.

Read more

Tanrı Tarihi #23 Tanrı’ya mı İnsana mı Boyun Eğmeli?

Tanrı Tarihi #23 Tanrı’ya mı İnsana mı Boyun Eğmeli?

Tektanrıcılığın Ontolojik Derinliği ve İslam’ın Kurumsal Sapmaları Üzerine Karen Armstrong’un Dinin Kısa Tarihi adlı eserinin “Tanrı’nın İradesine Boyun Eğmek” başlıklı bölümü, özellikle İslam’ın teslimiyet temelli yapısını anlamak için güçlü bir başlangıç noktası sunar. Ona göre “Müslüman” olmak, kelime anlamıyla Tanrı’ya teslim olandır. Bu teslimiyet, yalnızca

By Daphne Emiroğlu
Ella Fitzgerald: Notalara Dokunan Kadın

Ella Fitzgerald: Notalara Dokunan Kadın

İnsan kendi dertlerine, beceriksizliklerine, korkularına uydurduğu bahanelere bakınca bazen utanıyor. Minik dertleri göğüsleyemeyen, küçük sorunları çözemeyen, mutsuzluklarına ve problemlerine çözüm bulamayan insanlarla, bir çoğu için dünyanın sonu denecek yerlerden yıldız gibi parlayan insanlar çıkıyor. Hepsi aynı gezegende yaşıyor. Aynı havayı soluyor. Ella Fitzgerald'dan bahsedeyim biraz. Geceleri onun sesiyle

By Daphne Emiroğlu
Satıh hâlâ müdafaaya muhtaçtır.

Satıh hâlâ müdafaaya muhtaçtır.

Mustafa Kemal Atatürk’ün Sakarya Meydan Muharebesi sırasında söylediği “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır; o satıh bütün vatandır” sözü, yalnızca bir savaş stratejisinin özeti değil, bir milletin varoluşsal mücadelesini ifade eden tarihî ve felsefî bir bildiridir. Yüzeyde bu cümle, belirli bir cephe hattının savunulmasından vazgeçilip, topyekûn direniş anlayışının benimsendiğini

By Daphne Emiroğlu