Hepiniz Aynısınız

Hayat nedir sence? Neden buraya geliyoruz? Uzaydan rüya gibi görünen, aslında cennet olmaya aday ama içine girince cehennemi de yaşadığımız bu gezegene neden geliyoruz?
Bağıra, çağıra bir kıyamet kopuyor, anamızın rahmindeki suların içinden çıkıyoruz. Karanlık küçücük bir yerden kafayı bu gezegene uzatıyoruz. Göbek deliğine baksana… Oradan başkasına bağlısın kesiveriyorlar. Aciz, küçük, bakıma muhtaç bir şeysin. Popona krem sürmeseler perişan olursun. Pişik olursun, kıpkırmızı kesilir, seni ağlatır… Ama merak etme yıllar geçtikçe pişiyorsun. Her yerin pişiyor. Hatta bazen yanıyorsun. Söndürmek için su döken bile olmuyor. Kimisi öyle yanıyor ki kül oluyor… bir daha o küller bir araya gelmiyor. Kimisi de küllerinden doğuyor.
Herkes kendi minik dünyasında yaşıyor ve orayı devasa sanıyor… Ne yapıyorsun ki, ne yapıyorsun o koca(!) dünyanda! Tırışka hayatlarımıza koca koca elbiseler giydiriyoruz. Sonra ne oluyor… Hadi söylesene ne oluyor? Küçücük bir problem yaşıyoruz, minicik, incir çekirdeğini doldurmayacak bir problem, o üstümüze giydiğimiz elbiseler paramparça oluyor. Bir tek elbiseler değil, kendimiz de parçalanıyoruz. Bazen ruhen bazen de bedenen…
Duruşlarımız var, inançlarımız var, fikirlerimiz var, sözlerimiz var. Kısacası palavralarımız var. Ancak gel gör ki bizim olanın en iyisi olduğunu düşünüyoruz. Herkesten iyi! Hadi ya… Bu kadar mükemmel olabilir misin? Gerçekten buna inanıyor musun? Hep haklı olabilir misin? Olamazsın, olamazsın… Bir düşünsene inandığın ya da savunduğun her şey bir başkasının fikrini, bir başkasının sana öğrettiği şey… Kapılıp gidiyorsun. Bazen başkalarını göz göre göre çiğniyorsun. Neden? Kendi fikrin için, kendi inancın için, kendi ırkın için…Bir yandan da etik değerlerden bahsediyorsun. Kendini bir yere ait hissetmek için etmediğin saçma lakırdı, yapmadığın rezalet kalmıyor… Ama yine de kendini haklı görecek bir şey buluyorsun.

Anne… Bana bir sürü şey öğrettin. Anlattıkların, öğrettiklerin için kuşkusuz doğru dedim, annesin çünkü. Yanlış bir şey öğretmezsin! Senin içinden çıktım ben, bana nasıl yanlış bir şey öğretebilirsin… Üstelik ben senin hayat tecrübenin bir parçası olarak doğmuşken… Sana bir şey söyleyeceğim sana ama üzülme. Öğrettiklerin büyük bir saçmalıkmış! Hiç biri işe yaramadı. İlk başlarda işe yarıyor sandım, ohhh dünyanın en önemli bilgilerini öğrenmişim sandım ama değilmiş. İlk fark ettiğimde çok üzüldüm. İnsan ilk doğduğu andaki gibi oluyor, ıslak, kanlı, aciz… Ne yapacağını bilemiyorsun. Beynimin içine kazınmış hepsi. Saçma sapan fikirler. Hele ki o el alem denilen şeyi kazımışsın kafama! El alem dediğin nedir anne? Başkasını linç eden, başkasını yargılayan, başkasının kanını akıtan, başkasının acılarını anlamayan, başkasını takdir etmeyen, zorbaların alkışçısı, kalabalıklar halinde oraya buraya sürüklenen şey değil mi el alem… Bir koyun sürüsü değil mi onlar? El alem aynı zamanda kıskanç, aynı zamanda dedikoducu, aynı zamanda kötü niyetli değil mi? Öyle olmasalar, onlara bu kadar dikkat etmek zorunda kalmazdık… Her şey onların ne diyeceği üstüne kuruluyor. Onlr ayıplamasın, onlar takdir etsin… Onlar için ders çalış, onlar için o koca üniversiteye gir, onlar için ev al, onlar için iyi bir maaşın olsun… Onlar için düğün yap. El alem için istediğim bir sürü şeyi yapamadım ben! Başkaları için yaşamamı nasıl öğrettin bana? Keşke bana “dünyalar üstüne gelse de kendinden vazgeçme” deseydin. Bunu öğretseydin. Senin bunu yapacak gücün yoktu, beni de korumak istedin, bunu anlıyorum. Beni sevdiğinden yaptın biliyorum. Ama öğrettiğin şey beni yok etti uzun süre… O kadar çok insan yok oluyor ki… El alem denilen o ağzından köpükler saçan kalabalık bir an olsun boş durmuyor… Sen de biliyorsun bunu. Peki biz teker teker bu zalim kalabalığın karşısına dikilmezsek nasıl kurtulacak insanlar? Bunu düşündün mü hiç? Ah anneciğim el alemin kendine hayrı yok. Onların içini dolduran şey her zaman başkasına muhtaçtır. Bir düşman ister, karşı taraf ister, kendi dandik fikirlerinin zıttını ister… Bunlar olmadan hiçtir. Sen onu önemsedikçe önemlidir, sen değer verdikçe değerlidir, sen güçlü gördükçe güçlüdür… Oysa ben tek başıma güçlüyüm… Seni kendinden vazgeçirecek bir gücü yoktur. Ama sağol, uzun yıllarımı bunu öğrenmek için harcadım. Hırpalanarak, bazen ağlayarak, bazen hırsımı başkasından çıkararak… Benim için çok değerli şeyleri kaybederek zaman geçirdim, zamanımı benden daha beceriksiz ya da bilgisiz insanların ne diyeceğini umursayarak harcadım… Buna halamız Mualla’da dahil anne. Anne, bana kızma tamam mı, çünkü ben başka biriyim. Senin içinden çıkmış olmam senin parçan olduğumu göstermiyor. Zaten senin parçan olsam hala orada dururdum. Ve sen da başkaları için el alemdin, değil mi? Beğenmediklerini yargılar, ayıplardın.
Baba… Babasın işte klasik… Kızlar onu yapmaz, kızlar bunu yapmaz, kızlar oraya gitmez, kızlar öyle gülmez, kızların namusu, kızların kalçası, kızların ahlakı… İyi ki iki mememiz var. Canımıza okudunuz. Hala da canlarına okunuyor bazı kızların. E şimdi sen böyle yaptın da ne oldu? Ben de izin vermediğin her şey için yalan söyledim ve hepsini yaptım. Sonra da senin gibi baskıcı bir adama aşık oldum. Sanıyorum ki en harika erkek modeli bu! Baskıcı, ezen, sürekli emir veren… Babacığım, sen de beni korumak için yaptın ama koruyacak bir şey yoktu. İnsan çocuğunu sürekli koruyamaz. Bana en mutsuz olacağım seçimi yaptırdı bütün bu öğrettiklerin. Ve üstelik seçimimin en doğru seçim olduğunu sanıyordum. Neyse ki sonradan biraz psikoloji öğrendik. Yoksa saçım süpürge, tam zamanlı mağdur olarak dolanıyordum ortalarda. Baba, insan kendini gerçekleştirirken yaptıklarının farkına varıyor. Neye ihtiyacı olduğunu görüyor, ne hissettiğini anlıyor. Aslında kendini gerçekleştirirken derken, “olduğun gibi olabilmeyi” becermekten bahsediyorum. Ya sen baba, kızını terbiye ederken aslında senin gibi erkeklerden korumaya çalıştın. Güzel bulduğun kadınları baştan aşağı süzdüğünü sonradan fark ettim. Kendi aklından geçenleri kabul edemediğinden mi? Kendini ayıpladığından mı? Kendine oyunlar oynadığından mı?
Evet hadi bakalım gelelim asıl konuya tam zamanlı mağdur! Diplomaya ihtiyaç yok. Ben bir süre öyle yaşadım. Kazancı çok iyi biliyor musunuz? Ohhhh! Hiçbir şey yapmak zorunda kalmıyorsun. Çünkü mağdursun, sen ne yapabilirsin ki? Hepsi iyi niyetinden olmuş ve senin hiçbir sorumluluğun yok. Sana acınsın istiyorsun, o sırada biraz da başkalarının canını acıtıyorsun, hayat öyle akıp gidiyor. Sorunlarını da çözmüyorsun, o senin bahtsız kaderin! Sorumsuzluk harika! Çektiğin acılara rağmen ayakta kaldığın için güçlü olduğunu söylüyorsun. Tamam, tamam inandık! Yerlerde sürünen bir güçlü… Yanına iki mağdur arkadaş buldun mu, senden kralı yok. Birbirinize dertlerinizi anlatıp mutlu mağdurlar olarak yaşayıp gidiyorsunuz.
Nermin vardı arkadaşım. Ortaokul arkadaşım… Çocuğu olmuyordu. Kocası ile bir kaç kere denediler. Suni döllenmelere harcadıkları para sırtlarına yük oldu. Bilirsiniz insan hep bir suçlu arar ve onu kusurlarıyla utanca boğmak ister. Hatta bazen ortada kusur yokken bile utansın ister. Nermin bununla da boğuşuyordu, çünkü çocuğu olmuyordu. Para onun yüzünden harcanıyordu. Kayınvalidesi ise oğluna üzülüyordu, kocası surat asıyordu, görümcesi her fırsatta laf sokuyordu. Bilirsiniz biz laf sokmaya bayılırız. Biz başkasının yaralarını tekrar tekrar kanatmaya, ortada yara yoksa yara açmaya bayılırız. Kim bilir kendi yaralarımıza üflemeyi denesek başkasıyla bu kadar uğraşmaya gerek kalmayacak. Nermin dayanamadı. Çünkü görevi çocuk doğurmaktı. Öyle öğrenmişti. Çocuk doğuramayan bir kadın! Hayattaki tek anlam! Çocuk sahibi olmak! Dünyaya gelemeyen çocuk Nermin’in hayatına maloldu. Öldürdü kendini Nermin. İlk denemesi başarısızdı ama artık hem kısır hem deli sayıldığından ikincisinde başardı. Bu kadar! Bu kadar kolay işte! Vahşiliğimize herkesin dayanmasını bekliyoruz. Vahşiliği kötü bulan yok. Çünkü aslen yaptıklarımız dayanılmaz.
Bu acıyla başa çıkamam diye… Bir ara Tanrı’ya tutanayım dedim. Sağlamdır ya Tanrı… Huzur bulursun, çaresiz hissettiğinde onun gücünü içine doldurursun. Ne çok Tanrı varmış! Bir dinin içinde kaç Tanrı olabilir? İnsanlar onun hakkında da konuşuyor. Tanrı insanın eline düşmeye görsün. Ona inananlar anlamadıklarını uydurmuşlar. Bilmiyorum diyemiyor insan. Anlamıyorum diyemiyor. Tanrı’dan daha çok konuşan insanlar var. Tanrı’dan daha fazla yeri insan kaplıyor. Vahşi kullar gördüm, vahşiliklerinden haberleri yok. Konuşan tanrılar yaratmışlar kendilerine. Sanki her şeyi onlar biliyormuş gibi. Sanki her şeyi onlar yaratmış gibi. Suçları için Tanrı’yı yanlarına almışlar. İnançları Tanrı’yı yok etmiş. Tanrı’nın arkasına da saklanamadım.
Hayat nedir sence? Bazı insan modellerinden biri olmak mı? Çoğunluktan olmak mı? Yani var olan birkaç modelden birinin içine girip ölene dek orada yaşamak mı? Samimiyetsiz, mutsuz, yapışkan, adaletsiz, kahırla dolu, bedbaht bir yaşam sürmek ama sanki o yaşam olmuyormuş gibi yapmak mı? Çoğunluktan olmayınca ne oluyor? Biliyorum, zor oluyor. Dışarıda kalıyorsun. Herkes seni gösteriyor, hakaret ediyor, azarlıyor, gülüyor, dışlıyor. Ve üzülüyorsun. Ama hayat bize şunu göstermiyor mu? Sadece çoğunluktan olmayan dünyayı değiştiriyor. Kalk sana dünyayı değiştir demiyorum. Daha hayatını değiştiremiyorsun, sen kim dünyayı değiştirmek kim! İşte belki küçük bir adım… Ne kadar çok aynıyız baksana. Herkes kendini farklı sanıyor ama hepimiz aynıyız. Bu aynılık beni deli ediyor işte. O kadar çok düşündüm ki bunları. Sonra bir baktım insanlardan tiksiniyorum. Nefret ediyorum hepsinden kendim de dahil. Herhalde dedim deliriyorum. Bana saçma gelen her şeyi numaradan benimsedim yıllarca, yıllarca… ama derinlerde bir yerde bilirdim, saçmaydı, beni rahatsız ederdi. Beni rahatsız eden her şeyi onaylamış gibi yaptım. İnsanlardan ayrılmak işime gelmedi. Lanet olası aidiyet hissi. Ne zaman bir fikrimi söylesem “Saçmalama” derlerdi. “Öyle şey olur mu?! Saçmalama!” Kendimi saçma sandım. Bu da yıllar sürdü. Ne saçmalıyorum ben deyip oturup turşu falan kurdum evde. Ama bir gün turşunun içine marmelat koydum. Koyulmaz biliyorsun. Ama ben koydum. Çünkü farklıydı. Ve dünyanın en harika turşusu oldu. Bayıldı herkes… Hani saçmaydı çok bilmişler? Hani bilmediklerimiz, denemediklerimiz saçmaydı… Hani biz başkasının düşündüğünü söylerken, başkasının yazdığını okurken, başkasının çizdiğine bakarken harikaydık…
Biz… İnsanlar… Başkası ölürken seyreden insanlar, başkaları savaşırken ateşe odun atan insanlar, başkasının çirkin sözlerini dinleyen insanlar, kalabalığa bayılan insanlar… Belki de hepsini kendi küçük dünyalarımızdan tiksindiğimiz için yapıyoruz. Bir Hint Atasözü okudum, diyordu ki; “İnsanın hayatta günah işlemekten, şiddet uygulamaktan, şiddetin bir parçası olmaktan ve şiddetin ajanlarına yağ çekip gönüllerini hoş tutmaktan kaçınması zordur” Ahhhh… Kendim de dahil ne çok insan tanıdım böyle. Üstelik bazısı son moda kişisel gelişimciydi. Ben hayatımda kaç yıl tavşan boku oldum biliyor musunuz? Ne kokar, ne bulaşırdım… Hayatım yaralı parmaklara işemeyerek geçti. Bir çokları gibi. İşte bunları fark ettikten sonra, aynı şekilde devam etmeye kalkışırsan içinde bir uçurum oluşuyor ve sen sürekli o uçuruma bakıyorsun. Kapanmaz bir uçurum, köprü yapılamaz, üstünden atlanamaz, yokmuş farz edilemez. Sanki ruhun iki ayrı parçaya ayrılıyor. Yüzün artık senin yüzün olmuyor. Deliriyorum sanmayın. Çünkü ben de öyle sandım, değilmiş. Bir arkadaşım psikiyatriste gitmemi söyledi. Kızdım! Deli miyim ben be! Ne psikiyatristi? İnsanlar ne der psikiyatriste gidersem? Psikolojisi bozuk demezler mi? Hasta demezler mi? Yaaa… Nasıl da bataklıkta kalıyorsun.
Sen ve dışarısı bambaşka olunca, dışarısı ile kavga etmeye korktuğundan kendini parçalara ayırmak istiyorsun. Ve beğenmediğin parçaları atmak istiyorsun. Oysa o atmak istediklerin senin biricik yapan parçalar. Tüm sistem üstüne yıkılıyor. Psikiyatriste gittim. Kızdım ona, başka psikiyatriste gittim, yine kızdım başkasına gittim. Sonra kendime kızmam gerektiğini anladım. Doğru anlamamış da olabilirim.
Şimdi söyle bana, hayat nedir sence? Ne yapıyorsun ki bütün gün? Ne faydan var? Ya da bir şey mi ürettin? Mutlaka taraf tutuyorsun ama diğer tarafı hiç dinlemedin bile ya da sadece karşı çıkmak için dinledin. Senden daha akıllı ve kabiliyetli ya da başarılı insanların varlığına tahammülün var mı? Ya da her gün dedikodu yapan bir sefil misin? Sefil olduğunu anlamayacak kadar farkındalığın yok mu? Ya da eski sevgilinin ne kadar kötü birini olduğunu orada burada anlatıp acını hafifletmeye mi çalışıyorsun? Herkese hakaret edip sonra kendini mağdur sananlardan mısın? Acılarını başkalarının acılarını seyrederek mi geçirmeye çalışıyorsun? Yapmıyorsun değil mi? Hayır yapmazsın. Senin bir duruşun var. Tam bir insansın! Youtube’dan psikoloji videoları seyrediyor musun? Özlü sözler paylaşıyor musun? Her boku biliyor musun gerçekten? Teşhis koyuyor musun insanlara ve tek muhteşem psikoloji senin mi? Kişisel gelişimle ve ruhsal her çalışmayla ilgili konuşup sonra insanları yargılıyor musun? Kötülüğün kaynağı olan insanları sana bir şey yapmadıkları için seviyor musun? Her gün Tanrı’dan bahsedip, Tanrı’nın kurallarını hiçe sayıyor musun? Kendini yargıç sanıyor musun? Başkalarının kavgalarını seyrederken eğleniyor musun? Aaaaaa… Elbette yapmıyorsun… Asla yapmazsın. Yapmadığın şeylerle insanların içinde derin uçurumlar açarsın… Güvenlerini kırarsın. Özenlerini yerle bir edersin. Olsun sana ne ki… Bunlar senin derdin değil… Sen iyi bir insansın… Peki! İnandım!

Heyyy söylesene bana bu kadar pisliği kim bulaştırıyor hayatımıza… Kim? İşte o her kimse onu sonsuza dek lanetlemeyi öğrendim ben artık. Çünkü bunların hepsi bir kişi… Sadece bir kişi. Ve kendini bir sürü sanıyor. Aynıyız, aynısınız.
Böyle kalacağız…
Ta ki…
Ben aksini düşünene kadar…