İnsanlar arasındaki Tanrılar Kim?

Guido Alfani, Milano’daki Bocconi Üniversitesi’nde ekonomi tarihi profesörü… Kitabı “As Gods Among Men: A History of the Rich in the West” (Princeton University Press). Zenginlik hakkında bir röportajında aslında bir çoğumuzun bildiği ama bilmezden geldiği, bahsetmek istemediği şeyleri anlatıyor…

Orta Çağ’da zenginlere (ya da en azından zengin halk kesimlerine) yönelik algı oldukça olumsuzdu: açgözlü günahkârlar olarak görülüyorlardı. Bu nedenle, Hıristiyan bir toplumda uygun bir yere sahip değillerdi ve zenginliklerini göstermemeleri gerekiyordu.
Bugün, zengin olmak Batı toplumlarının geniş kesimlerinde ortak bir istektir ve bazı istisnai zengin bireyler hayranlık duyulacak ve taklit edilecek kahramanlar olarak görülmektedir.
Hem de ne hayranlık! Neredeyse sırtlarında taşıyacak duruma gelip, ardında da eşitlik için çığlıklar atarak yaşadığı ikilemi ortaya koyan bir gerçeklik. Gerçekler ne kadar da acı gerçekten! “Ye kürküm ye” bazı toplumlar da çok daha geçerli bana göre…Ülkemizde zenginlik ve fakirliğin özellikle dini çevreler tarafından Allah tarafından hazırlanan bir sınav şekli olduğu da söylenmektedir. Özellikle dindar görünüm veren, aynı zamanda zengin olanlar “Allah beni zenginlikle imtihan ediyor” demekten geri durmazlar. Bunun yüce bir makamdan gelen sınav olduğu bilgisi, diğer insanların ona şefkat duymasına sebep oluyor olabilir ya da beklenti böyledir belki… “Aaaa yazık Allah buna çok para vermiş, ihtiyacından fazlasını vermiş! Bakalım cennete gidebilecek mi?” sorusuyla birleşen bir acıma duygusu hedefleniyor olabilir. İyi bir pazarlama tekniği ama bu bilgiyi satın alacak kitle küçük…
Alfani’den devam edelim…
Arada, zenginlerin giderek daha fazla kabul gördüğü ve toplumsal açıdan saygın hale geldiği yüzyıllar süren bir sosyal ve kültürel gelişim süreci vardır. Bu süreç, Orta Çağ’ın sonlarında, Avrupa’nın en müreffeh ve ekonomik açıdan en gelişmiş bölgelerinde — örneğin orta-kuzey İtalya’da — zenginlerin artık kolayca günahkâr olarak görülemeyecek kadar zengin ve sayıca çok hale gelmesiyle başladı. Bu yüzden onlara toplumda bir rol biçildi; bu rol, öncelikle toplumun zor zamanlarda başvurabileceği özel para rezervleri olarak hareket etmekten ibaretti.
Zenginin kazandığı parayı yine toplum faydasına kullanması… Aldığının bir kısmını aldıklarına geri ver! Bunun örnekleri hala var dünyada, o devasa bütçelerin içinde çok az bir parçasının topluma gösterilen cömertlik için ayrıldığında emin olabiliriz. Ben eminim, sizi bilemem.
Şu anda elimizde, Avrupa’nın en azından bazı bölgeleri için, altı hatta yedi yüzyıl geriye giden bir dizi eşitsizlik ölçütü bulunmaktadır. Bu dönem boyunca, servet eşitsizliğinin artmasına yönelik genel bir eğilim görüyoruz; bu eğilim sadece büyük felaketlerle kesintiye uğramıştır: 14. yüzyılda Kara Ölüm ve 20. yüzyılda Dünya Savaşları… Britanya’da en zengin yüzde 1'lik kesim 1520'de tüm servetin yaklaşık dörtte birine sahipken, 19. yüzyılın başında yaklaşık yüzde 55'e yükselmiş ve Birinci Dünya Savaşı arifesinde neredeyse yüzde 70'e ulaşmıştır [daha sonra iki Dünya Savaşı nedeniyle düşüşe geçmiştir]. Bu zirveyle kıyaslandığında, bugün Britanya’daki yüzde birlik kesimin servet payı 2020'de yaklaşık yüzde 23 gibi mütevazı bir seviyede olsa da 1980'lerin başından bu yana istikrarlı bir şekilde artmaktadır. Servet eşitsizliğindeki büyümenin yeniden başlaması Batı genelinde yaygın bir eğilimdir ve bunun kolayca dizginlenebileceğini düşünmek için hiçbir neden yoktur.
Zenginlerin hızla zenginleşmesi, fakirlerin onların zenginlik hızından daha hızlı bir şekilde fakirleşmesine şaşmamak gerekir.
İnsanoğlu söz konusu olduğunda her zaman olduğu gibi motivasyonlar birbirinden farklıdır. Süper zenginler arasında bazıları daha da zenginleşmenin basit zevki için biriktiriyor — Tolkien’in Hobbit’inde hazinesini koruyan ejderhadan esinlenerek “Smaug’un laneti” olarak adlandırdığım şey. Diğerleri ise bir tür sosyal sorumluluğa ya da kişinin servetini iyi bir şekilde kullanması gerektiğine inanıyor ya da inandığını iddia ediyor. Amerikalı çelik kralı Andrew Carnegie’nin 1889'da belirttiği gibi, “Zengin ölen adam, rezil olarak ölür” ve servetinin çoğunu çeşitli hayırsever kurumlar kurmak için kullanarak buna göre hareket etti. İlginçtir ki Carnegie aynı zamanda iş dünyasında oldukça açgözlü bir tutum sergilemesi ve çalışanlarını sömürmesiyle de tanınır: süper zenginler de diğer insanlar kadar karmaşık ve kusurludur.
Bir arkadaşım geliri arttıkça utandığını söylemişti. Bir türlü alışamamıştı paraya. Daha iyi bir arabaya binmek, daha güzel bir evde oturmak ona kendini suçlu hissettiriyordu. Bana biraz tuhaf gelmişti. Bütçen müsaitse daha güvenli bir araca sahip olmak aslında lüks değil insan yaşamı açısından… Hatta bunun için paraya ihtiyaç duymak daha utanç verici… Yaşamın güvenli ve sağlıklı tarafının bile paraya bağımlı olması insanlığın en iğrenç yönü bence… Bu yüzden dramlar pek büyüyor dünyada. Başka yerde temel ihtiyaçlarına ulaşamayan insanlar için acıklı, hüzünlü cümleler kurmak, gıda yardımı ile ruhunun kirini hafifletmek bana acınası geliyor. O insanları muhtaç bırakan da aynı insanlığın bizzat kendisi… Kimi kandırıyoruz artık? Arkadaşım daha sonra biraz daha para kazandı, anladım neden suçluluk duyduğunu içinde bir sonradan görmek yaşıyormuş, zıvanadan çıktı. İnsan neyse ki, her şeye rağmen kendi pisliğinden haberdar oluyor. Sana göstermese de…
Ortaçağ Hıristiyan bakış açısına göre zenginler günahkârdı. Günahları, 13. yüzyıl teologu Thomas Aquinas’a göre, bir şeyleri elde tutmada aşırılık (insanlıktan ve merhametten yoksunluğa yol açar) ve bir şeyleri almada aşırılıktan (şiddet ve ihanete yol açar) oluşan açgözlülük ya da tamahkârlıktı. Bu durum zenginlerin küçümsenmesine yol açıyor ve içlerinde sürekli bir ahiret kaygısı yaratıyordu; bu da onları hayır kurumlarına ve dini kurumlara önemli miktarda miras bırakmaya itiyordu…
İki ya da üç yüzyıl sonra, reformlar döneminde, zengin işadamları maddi başarılarının dini bir önemi olduğunu anladılar: Alman sosyolog Max Weber’in beruf ya da “çağrı” dediği şey. Ancak zenginlerin erdemli bireyler olarak yeniden yorumlanması reformlardan çok önce başlamıştır. Örneğin, 14. yüzyılda Floransalı Francesco Pegolotti (kendisi de bir tüccar ve bankacıdır), ticari uygulamalar üzerine yazdığı bir risalenin önsözünde “adil ve gerçek bir tüccarın” doğruluk, güvenilirlik, iyi davranışlar, onurlu davranışlar, dikkatlilik, dostluk gibi birçok erdeme sahip olması, dini uygulamalarında ve sadaka vermede düzenli olması, tefecilikten ve kumardan kaçınması gerektiğini iddia etmiştir. Bu portrenin artık bir günahkâr, hatta tövbe etmiş bir günahkâr portresi olmadığı açıktır.
Pegolotti ne kadar çok şey istemiş tüccarlardan. Dünya artık komplo teorilerinin içinden yeni komplo teorilerinin çıktığı, sisli, belirsiz, ne yaptığı belli olmayan hükümetlerin yaşadığı, hah anladık dediğimiz anda şaşırtıcı bir şeyin olduğu bir yer. İnsan kendisine bile güvenemiyor. Herkes parmakla diğerini gösteriyor. Trol tarlalarında dolanıyoruz, Stephen King roman bile yazabilir. Acaba dinleyen tüccar çıkmış mıdır? Çünkü bizim dönerlerin ve böreklerin içinde martı eti çıkıyor artık…
Zenginler, deyim yerindeyse, toplumda kendilerine uygun bir yer verilerek günahlarından arındırıldıklarında, onlardan yine de bir şeyler vermeleri beklenirdi: özellikle savaş, veba ya da kıtlık gibi büyük kriz dönemlerinde toplumlarına yardım etmeleri. Zenginliğin bu “iyi kullanımı”, zenginlerin iyi Hıristiyanlar olabileceği fikrini kabul etmeyi mümkün kılan şeydi. Zenginler yüzyıllar boyunca bu rolü büyük ölçüde yerine getirmişlerdir ve bugün de böyle bir beklenti olduğu açıktır.
Bence Müslümanlar daha şanslı… “Ayy bir dakika şekerim, çok param var, sınavdayım, çıkınca ararım!” Bu ağır sınavın sorumluluğunu da Allah’a yükleyerek belki hafiflediklerini düşünüyorlardır. Lütfen beni de Elon Musk’ın sorularıyla sınava sokun, Roma selamı vermeyeceğime yemin ediyorum. Ama sizi sanata boğacağımı bilin.
Röportajın en sevdiğim kısmı burası. İşte istediğimiz yere parmağı sokmuş!
Buradan çıkarılacak önemli bir ders, Batı toplumlarının zenginlerin ve özellikle de süper zenginlerin siyasete katılımına her zaman biraz rahatsız edici gözüyle bakmış olmalarıdır. Kitabımın başlığı, 14. yüzyılda yaşamış Fransız filozof Nicole Oresme’nin şu sözlerinden bir alıntıdır: “Süper zenginler öylesine eşitsizdirler ve siyasi güçleri bakımından diğerlerini öylesine aşarlar ki, Tanrı’nın insanlar arasında olduğu gibi onların da diğerleri arasında olduğunu düşünmek makuldür. … Demokratik olarak yönetilen şehirler … onları sürgüne göndermeli ya da sürgün etmelidir, çünkü bu tür şehirler herkesin eşitliğini sağlamaya çalışır”.
Oresme’nin kendisi de Aristoteles’in Politika’sını çeviriyor ve uyarlıyordu. Dolayısıyla Batı kültüründe, kurumları ele geçirme riski taşıdığı için süper zenginlerin siyasi katılımının arzu edilmediğini güçlü bir şekilde öneren eski bir gelenek vardır. Medici ailesinin yükselişiyle birlikte 15. yüzyıl Floransa’sında yaşanan da tam olarak buydu. Kitapta, günümüz Batı toplumlarının, tarihsel bir bakış açısıyla, siyasetçi olan ve bazen hükümet başkanlığına kadar yükselen süper zengin bireyleri istisnai bir şekilde kabul ettiğini savunuyorum. İlk kez 1994 yılında İtalya’da başbakan seçilen Silvio Berlusconi bunun erken bir örneğidir. Buradaki sorun, süper zenginlerin siyasi başarılarının aynı zamanda ekonomik kaynaklar üzerindeki istisnai hakimiyetleri sayesinde, yani insanlar arasında tanrılar gibi davranarak elde edilip edilmediğidir.
Sermaye ve siyaset arasında sayfalarca yazacak kadar bağlantı var. Basitçe para her zaman efendidir. Ve kimin ellerindeyse gittikçe çoğalarak seni kendi çukuruna çeker… Damarlarından çeker, açlığından, açgözlülüğünden, hayranlığından, hayallerinden… Kadınlar boşuna marka çantalarını asansör aynasında çekip paylaşmadı yıllarca… Her toplumda bunu görebilirsin. Bir Prada çantanın size nasıl bir güç vereceğini başka bir yazıda anlatırım…
Kriz zamanlarında toplumlarına yardım etmek, Orta Çağ’ın sonlarından itibaren zenginlere verilen ana roldür. Bu, örneğin zenginlerin olağanüstü vergiler ödemeyi kabul etmek ve gönüllü olarak ya da “zorunlu krediler” yoluyla borç vermek zorunda kaldıkları savaşlar sırasında açıkça görülmüştür. Bu rollerini, en azından çeşitli acil durum kredilerine abone olmaları istendiği Dünya Savaşlarına kadar sürdürdüler. Eğer bu konuda tereddüt ederlerse, o zaman uymaya zorlanmaktan korkmaları gerekiyordu. Örneğin 1917'de İngiltere’de Maliye Bakanı Andrew Bonar Law, yeni bir Savaş Kredisi ile toplanan sermayenin asgari bir miktarı karşılamaması halinde finansörleri banka ve sigorta şirketlerinin varlıklarına el koymakla açıkça tehdit etti. Ancak 21. yüzyılda, Büyük Durgunluk’tan Covid-19'a ve ötesine uzanan uzun bir dizi krizle karşı karşıya kalan Batı’da, zenginler geçici olarak bile daha fazla katkıda bulunma konusunda son derece isteksiz davranmış ve mali yüklerini artırmayı amaçlayan reformlara başarıyla karşı çıkmışlardır.
Kimse gücünü aldığı yere geri vermek istemez. Paraya tapınan toplumlar yarattıktan sonra pek de gönüllü olmak istememeleri anlaşılır. Ne haliniz varsa görün demenin en rahat hali zengin olmaktır. Dolayısıyla zenginler elbette “eşitlik” karşısında biraz tedirgin duracaktır. Türk filmlerindeki zalim zengin karakterler yüzünden zengin düşmanı olan artıklar gibi bakmayalım duruma. Bazı insanların yüksek zekaları, başkalarında olmayan kabiliyetleri, çalışkanlıkları, çözüm becerileri onları daha üst seviyeye taşır… Kanaat önderi, yatırımcı, yeni fikirlerin sahibi ve kurucuları olabilirler… E onlar da zengin olsun. Her gün dükkanda martı etini tostun içine karıştırmayı düşünen düzenbazdan da daha fazla kazansın lütfen!
Benim bakış açıma göre, Batı toplumlarında zenginlerin konumu özünde kırılgandır. Mevcut duruma uygulandığında, zenginlerin son yıllarda ekonomik (ve sosyal, kültürel ve siyasi) kaynaklar üzerinde elde ettikleri yüksek düzeydeki hakimiyet göz önüne alındığında, bu sonuç sezgisel görünmektedir. Bununla birlikte, daha geniş tarihsel tabloyu göz önünde bulundurduğumuzda bu kaçınılmaz bir sonuçtur ve hatta devam eden “In Tax We Trust” kampanyasının (zenginlerin vergilendirilmesi için zenginler tarafından imzalanan bir dilekçe) gösterdiği gibi, zenginlerin hassas konumunun farkındalığının arttığına dair bazı işaretler de vardır.
Eğer zenginler geleneksel rollerini reddetmekte ısrar ederlerse, krizler sırasında daha fazla katkıda bulunmaktan kaçınmaya çalışırlarsa, bunun yaygın bir öfkeye, toplumsal huzursuzluğa ve hatta zengin karşıtı şiddete yol açabileceğini düşünmek için pek çok tarihsel neden vardır.
İhtiyaç fazlasına karşıyım… Neden 5 arabam olmalı ya da 3 uçağım… Ya da 850 tane elbisem… Herkes dünyayı gezemez mi? Bunun bir sınıf farkı yüzünden kaybedilmesi size tuhaf gelmiyor mu? Kendi ülkesinde bile seyahat edecek bütçe bulamamak acı verici… Normalmiş gibi geliyor insanlara… Ama… bugün dünya üzerinde edinilen paranın çoğunun haksız yollarla edinildiğini biliyoruz. Ya da yasalmış görünen sömürgeler üzerinden… Ve enteresandır paranın kokusunu alanın hayranlığı gözünden okunuyor. Zenginin sadece zenginliği yüzünden saygı gördüğü dünya ne kadar adaletsizse, zengin de gücünü bırakmak istemiyor, çünkü parasını kaybettiği anda hayranları tarafından paçavra gibi kenara atılacak…
Röportajın orjinaline aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz.