Kaf Dağı'nın Ardındaki Lider

Kaf Dağı'nın Ardındaki Lider
Photo by Dorota Dylka on Unsplash

Kurtarıcı bekliyoruz ama her geleni yutuyoruz.

Türkiye’de halkın lider çıkarma kapasitesine sahip olup olmadığı sorusu, yalnızca siyasal bir tartışma değildir. Bu, aynı zamanda kültürel, psikolojik, tarihsel ve yapısal katmanları olan çok boyutlu bir meseledir. Çünkü liderlik yalnızca bireysel karizma ya da halkın geçici beğenileriyle açıklanamaz. Liderin doğması kadar tanınması, yaşatılması ve kurumsallaşması da bu kapasitenin göstergesidir. Soruyu daha net sormak gerekirse: Türkiye’de halk, yalnızca lider seçmeye mi alışmıştır, yoksa lider yetiştirme ve onu yaşatma becerisi de gösterebilmiş midir? Bu soruyu herhangi bir toplulukta dile getirin; yüz ifadelerinde umut değil, suskunluk göreceksiniz. Buyurun, sosyal hayal gücünün cenaze namazına.

Max Weber’in “karizmatik otorite” tanımı, Türkiye’de lider figürlerinin nasıl konumlandığını anlamak açısından kritik bir çıkış noktası sunar. Karizmatik lider, olağanüstü kişisel niteliklerle donatılmış olarak algılanır ve bu algı üzerinden meşruiyet kazanır. Ancak karizma, sadece bireyin niteliği değil, toplumun bu niteliği tanıma ve kutsama biçimidir. Türkiye'de liderlik genellikle bir "kurtarıcı" figür üzerinden düşünülür. Birinin bizi kurtarmasını şiddetle arzulayanlar olduğumuzu herhalde hiç kimse reddetmeyecektir. Bu figür, halkın içinden örgütlü biçimde çıkmaz; aksine kriz anlarında bir tür kaderin cilvesiyle sahneye çıkmış olarak kabul edilir. Selçuklu’dan Osmanlı’ya ve oradan Cumhuriyet’e uzanan çizgide, lider figürleri çoğunlukla merkezi otoritenin devamı olarak biçimlenmiştir. Halk ise bu liderin üreticisi değil, onun rızasına tâbi olan bir figür halindedir.

Bu çerçevede Türkiye’nin siyasal kültürü üzerine yapılan araştırmalar, halkın siyasal katılım biçimlerini büyük ölçüde "subject culture" (itaatkar yurttaş) modeline oturtur. Haklarını ister ama birçok kavramı kendinden yukarıya bir yere koyar. Bazen baştan kaybedilmiş bir oyun gibidir Türkiye'de yaşamak. Gabriel Almond ve Sidney Verba’nın geliştirdiği bu modelde, halkın siyasal yaşama katılımı sınırlıdır; vatandaş devletten talep eden değil, ona boyun eğen bir pozisyondadır. Kimden talep edeceğini bilemediğinden sürekli kızgındır. Ersin Kalaycıoğlu’nun Türkiye’deki siyasal kültür üzerine çalışmaları da bu eğilimi doğrular. Katılımcı yurttaşlık değil, “otoriteyle uyumlu kalma” davranışı baskındır. Bu yapı içinde liderlik, toplumsal bir üretim değil, kutsanan bir temsildir.

Siyasal psikoloji de bu dinamiğe açıklık getirir. Freud, grup psikolojisi üzerine çalışmalarında, kitlelerin lider figürünü bir baba imgesi olarak kurguladığını ve ona bağlılık geliştirdiğini belirtir. Bu ilişki simetrik değil, hiyerarşiktir. Halk lideri desteklemez, ona itaat eder. Şaşılacak bir konu değil çünkü evde de babaya itaat eder. Wilhelm Reich ise faşizmin kitle psikolojisini analiz ettiği eserinde, liderin halkın bastırılmış arzularını kişileştiren bir sembol olduğunu öne sürer. Türkiye’de bu liderlik anlayışı, yalnızca politik değil, varoluşsal bir ihtiyaç gibi işler. Toplum, kendini ifade edecek kolektif yollar üretmek yerine, bunu bir kişinin bedeninde cisimleştirir. Lider bir kişiden çok, bir arzu nesnesine dönüşür. Arzu nesneleri de genelde başımıza bela olur. Bu da onu ulaşılmaz, dokunulmaz ve aynı zamanda hata yapamaz kılar. Dolayısıyla Türkiye’de halk lider çıkarır ama onu gerçek, insani bir figür olarak yaşatmaz; ya ilahlaştırır ya da ilk hayal kırıklığında yok eder. Bunu kaç kez yaşadığımızı şimdi düşünelim?

Bu döngünün yeniden üretildiği en temel alanlardan biri eğitimdir. OECD’nin PISA 2022 raporlarında Türkiye, eleştirel düşünme, yaratıcılık ve problem çözme becerilerinde OECD ortalamasının belirgin şekilde altındadır. Eğitim sistemi, bireyin özgünlüğünü değil, kalıplara uyumunu teşvik eder. Bu yapı içerisinde liderlik potansiyeli taşıyan bireyler sistemin içinde değil, ona rağmen gelişir. İnisiyatif almak, risk almak ve farklı düşünmek genellikle cezalandırılır. Liderlik eğitimi formal düzeyde yoktur. Bunun yerine ezber, sınav odaklılık ve hiyerarşiye uyum esastır. Bu kültür, halkın kendi içinden lider çıkarma refleksini değil, yukarıdan gelen lidere sadakat geliştirmesini doğurur. Bu eğitim sisteminde büyüyen birey, yalnızca sorgulamaktan değil, kendi potansiyelinden de uzaklaştırılır. Öyle ki, toplumda liderlik artık başka insanlara değil, kişinin kendisine bile uzaktır. Sürekli “evrene mesaj gönderen”, “nefes atölyelerinde huzur arayan” ama karar almakta zorlanan bir birey tipi doğmuştur. Bir şey yapmak istediğinde, önce çevresinin onayını arar: aile, eş, komşu… Ve herkes de herkesin işine burnunu sokar. Neden? Çünkü "Aman hiç kimse sistemin dışında kalmasın, bir itaatsizlik olmasın."

Kurumsal düzeyde de durum farklı değildir. Türkiye’de siyasal partiler, parti içi demokrasiden büyük ölçüde yoksundur. Parti liderleri, kendi etrafında mutlak bir kontrol alanı kurar. Alternatif lider adayları ya bastırılır ya da liderin sadık gölgesi olarak sistem içinde kalır. CHP’den MHP’ye, AKP’den İYİ Parti’ye kadar çok sayıda partide, liderin değişimi ancak bir kriz veya ölüm yoluyla mümkündür. Bu yapılar içinde halktan gelen bir figürün, taban desteğine rağmen varlığını kurumsallaştırması oldukça zordur. Parti, bir toplumsal hareketin aracı değil, bir tür sadakat sınavına dönüşür. Hem de körü körüne...

Bu yapısal çerçeve içinde Ekrem İmamoğlu dikkat çekici bir örnek sunar. Halkın içinden gelmiş, yerel başarılarla tanınmış ve halkla doğrudan ilişki kurabilen bir figür olarak öne çıksa da, sistematik olarak itibarsızlaştırılmaya çalışılmıştır. Henüz kesinleşmiş bir mahkeme kararı olmadan hakkında siyasi yasak tehdidi oluşturulmuş, sosyal medya ve ana akım medya aracılığıyla suçluluk algısı yayılmış, sistemli bir karakter suikastına maruz bırakılmıştır. Bu, yalnızca bir bireyin siyasi baskıya uğraması değil, halkın içinden çıkan liderin nasıl sistematik olarak yok edilmeye çalışıldığının güncel bir örneğidir. Dahası, muhalefetin bile bu süreçte yeterli kolektif refleksi geliştirememesi, halkın liderine sahip çıkma kapasitesinde de zayıflık olduğunu gösterir. Türkiye’de lider çıkar ama yaşatılmaz; çünkü onu yaşatacak siyasal bilinç ve örgütlü sivil destek zayıftır. Bu zayıflığa halkın "örgüt" kelimesine bakış açısının incelenmesi bile delil olabilir. Kelime bile suçlu sayılır. Sevgi de bile örgütlü hareket edemezsin, zihinlerde "Acaba bir haltlar mı karıştırıyor?" fikri dolanır. Bazı kelimeler bile kendi kendine yasadışı hale gelir bu tip toplumların içinde.

Bu analiz, Türkiye’deki liderlik krizinin yalnızca “lider yok” meselesi olmadığını; aynı zamanda halkın kendisiyle yüzleşmesi gereken bir sorun olduğunu ortaya koyar. Türkiye’de halkın lider çıkarma kapasitesi bireysel olarak elbette mevcuttur. Ancak bu kapasitenin tanınması, desteklenmesi ve kurumsallaştırılması için gereken siyasal, kültürel ve yapısal koşullar neredeyse yok denecek kadar zayıftır. Bu nedenle liderlik yalnızca bir anlık ışık parlaması olarak kalır; örgütlü bir ışık kaynağına dönüşemez.

Bu noktada Türkiye’nin mevcut lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın ortaya çıkışı, bir istisna olarak değil, tam da bu sistemin nasıl çalıştığının kanıtı olarak okunmalıdır. Erdoğan’ın liderliği halkın içinden gelen bir halkçı refleks değil, kültürel, dini ve siyasal kodların iç içe geçtiği bir hegemonik projenin ürünüdür. Max Weber’in karizmatik otorite tanımına birebir uyan bir lider olarak, mağduriyetle kutsanmış bir çıkış yapmış; ardından medyayı, yargıyı, eğitimi ve dini kurumları kendi liderliğini kurumsallaştıracak şekilde dönüştürmüştür. Ernesto Laclau’nun popülizm tanımında olduğu gibi, Erdoğan halkın parçalı taleplerini birleştirmiş ve “millet” kavramını siyasal bir birlik değil, duygusal bir aidiyet nesnesine çevirmiştir. İktidarı eleştiren halkın tam da kaçırdığı nokta budur aslında. Aslında kimi eleştiriyoruz? Bir siyasi parti liderini mi yoksa aslında kendi yetersizliklerimizi mi?

Pierre Bourdieu’nün sembolik şiddet kavramı Erdoğan liderliğini anlamakta kritik bir rol oynar. Erdoğan farklı kimlikleri fiziksel olarak bastırmaktan çok, onların meşruiyetlerini sorgulayarak işlevsizleştirmiştir. “Milli” ve “yerli” kodlar üzerinden inşa edilen liderlik, muhalefeti yalnızca siyasal değil, ahlaki olarak da dışlayan bir dile dönüşmüştür. Bu hegemonik söylem sayesinde, Erdoğan’ın liderliği yalnızca devletle değil, halkın kolektif zihniyle de bütünleşmiştir. Medya manipülasyonu, yargı sopası ve kriz politikalarıyla beslenen bu liderlik modeli, halkın başka liderleri tanımasını neredeyse imkânsız hale getirmiştir. Böylece halk lider çıkarmaz; liderin gölgesinde kalır. Ve o gölge büyüdükçe, halkın hayal gücü küçülür. Şimdi bunu okuyunca tatsız görünmüş olmalı ancak toplum yapısını incelediğinizde, tam da o yapıya uygun, çalışacak, başarı sağlayacak bir projedir. Şartlar bu şekilde düşünüldüğünde Erdoğan başarılıdır. Sonrasında gelen her şey eleştirilebilir ama eleştirmeden önce olan bitenin neden böyle olduğunu anlamak zorundayız. Aslında kısaca şu; patates kızartması seven birine, patates kızartması servis edersiniz. Ve o da bundan memnun olur. Uzun zaman sonra kullanılan yağın midesine dokunduğunu anlayana dek. Patates kızartmasının diğer detaylarını pek de düşünmediğinden gelir bunlar başına... Hangi tencere ve hangi yağ kullanıldı? Belki şu da düşünülmeli yumurta mı tavuktan tavuk mu yumurtadan? Yine soruyorum, eleştiriler kime aslında?

Türkiye’deki liderlik krizinin özünde, liderin yokluğu değil, liderliği mümkün kılan toplumsal ekosistemin çöküşü vardır. Bu ekosistem yeniden inşa edilmedikçe, halk yalnızca lider bekleyen bir kitle olmaya devam edecektir. Beyaz atlı prensi beklemek bile daha gerçekçi olabilir. Liderlik sadece bir kişinin doğasıyla ilgili değil; toplumun kendini nasıl gördüğüyle de ilgilidir. Eğer bir toplum kendine güvenmezse, hiçbir lider onu özgürleştiremez. Peki toplum kendisine nasıl güvenir?

Kaynakça
Max Weber – Economy and Society
Gabriel A. Almond & Sidney Verba – The Civic Culture: Political Attitudes and Democracy in Five Nations
Ersin Kalaycıoğlu – “Political Culture and Democracy in Turkey”
Sigmund Freud – Group Psychology and the Analysis of the Ego
Wilhelm Reich – The Mass Psychology of Fascism
OECD – PISA 2022 Results (Volume I): The State of Learning Outcomes
Ernesto Laclau – On Populist Reason
Pierre Bourdieu – Symbolic Power and Politics
Feroz Ahmad – The Making of Modern Turkey
Zeynep Gambetti – “Biat ve Karizma: Türkiye’de Liderliğin Siyaseti”
Binnaz Toprak & Ali Çarkoğlu – Değişen Türkiye’de Din, Toplum ve Siyaset (TESEV Yayınları)
Ahmet Yaşar Ocak – Zındıklar ve Mülhidler: Osmanlı'da İslam Dışı İnançlar
Erik Jan Zürcher – Turkey: A Modern History

Read more

Tanrı Tarihi #23 Tanrı’ya mı İnsana mı Boyun Eğmeli?

Tanrı Tarihi #23 Tanrı’ya mı İnsana mı Boyun Eğmeli?

Tektanrıcılığın Ontolojik Derinliği ve İslam’ın Kurumsal Sapmaları Üzerine Karen Armstrong’un Dinin Kısa Tarihi adlı eserinin “Tanrı’nın İradesine Boyun Eğmek” başlıklı bölümü, özellikle İslam’ın teslimiyet temelli yapısını anlamak için güçlü bir başlangıç noktası sunar. Ona göre “Müslüman” olmak, kelime anlamıyla Tanrı’ya teslim olandır. Bu teslimiyet, yalnızca

By Daphne Emiroğlu
Ella Fitzgerald: Notalara Dokunan Kadın

Ella Fitzgerald: Notalara Dokunan Kadın

İnsan kendi dertlerine, beceriksizliklerine, korkularına uydurduğu bahanelere bakınca bazen utanıyor. Minik dertleri göğüsleyemeyen, küçük sorunları çözemeyen, mutsuzluklarına ve problemlerine çözüm bulamayan insanlarla, bir çoğu için dünyanın sonu denecek yerlerden yıldız gibi parlayan insanlar çıkıyor. Hepsi aynı gezegende yaşıyor. Aynı havayı soluyor. Ella Fitzgerald'dan bahsedeyim biraz. Geceleri onun sesiyle

By Daphne Emiroğlu
Satıh hâlâ müdafaaya muhtaçtır.

Satıh hâlâ müdafaaya muhtaçtır.

Mustafa Kemal Atatürk’ün Sakarya Meydan Muharebesi sırasında söylediği “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır; o satıh bütün vatandır” sözü, yalnızca bir savaş stratejisinin özeti değil, bir milletin varoluşsal mücadelesini ifade eden tarihî ve felsefî bir bildiridir. Yüzeyde bu cümle, belirli bir cephe hattının savunulmasından vazgeçilip, topyekûn direniş anlayışının benimsendiğini

By Daphne Emiroğlu