Tanrı Tarihi #21 - Kiliseye Giden Yol: Hristiyanlığın Roma'daki Yükselişi ve İktidarın Tezahürü

Tanrı Tarihi #21 - Kiliseye Giden Yol: Hristiyanlığın Roma'daki Yükselişi ve İktidarın Tezahürü
Photo by Nick Kwan on Unsplash

Roma İmparatorluğu’nun en büyük çelişkilerinden biri, küçük bir taşra dini olarak doğan Hristiyanlığın birkaç yüzyıl içinde yalnızca hoşgörüyle karşılanması değil, aynı zamanda devletin resmi ideolojisi hâline gelmesiydi. “Devlet ideolojisi” deyince bugün akla gelen partilere selam olsun. Bu dönüşüm, yalnızca teolojik değil, aynı zamanda sosyolojik, politik ve ekonomik değişimlerin de tezahürüydü. Başlangıçta köleler, kadınlar ve toplumun alt sınıflarına hitap eden bu “hor görülmüş” inanç, zamanla Roma'nın merkezine yerleşmiş ve kilise kurumunu devletin gölgesinden çıkarıp onunla yarışır hâle getirmiştir. E haliyle bir noktadan sonra papaz mı vali, vali mi papaz belli olmamış.

Paul’un Roma’ya ulaşmasından çok önce Hristiyan toplulukları imparatorluk yolları üzerinden yayılarak organize olmuş, ancak toplumun en alt tabakasından gelen bu inanç, başlarda görünmezliği sayesinde varlığını sürdürebilmiştir. Kölelik kurumu evrensel kabul edilirken, Hristiyanlar bu düzenin içinden bir tür manevî başkaldırı üretmiş, ancak doğrudan bir sosyal devrim yerine ruhani bir kurtuluş öğretisiyle sistemi içeriden yıpratmayı seçmişlerdir. Yani “devrim yapmayalım, dua edelim, belki bir gün onlar da aydınlanır” kulübü gibi. Nitekim Paul’un Onesimus gibi kaçak kölelere efendilerine dönmelerini önermesi, bu taktiğin erken dönem örneğidir: Statükoya doğrudan karşı çıkmadan onun anlamını dönüştürmek.

Roma, tanrıların çokluğu üzerinden inşa edilmiş bir teokrasi devleti gibiydi. Bu yapıda tütsü ve adaklar, yalnızca dinsel ritüeller değil, aynı zamanda siyasi sadakat göstergesiydi. Bugünün seçim sandığında oy pusulası, o gün de tütsü tanrılara sadakat belgesi. Hristiyanların İmparator’a adak sunmayı reddetmesi, basit bir inanç farkı değil, doğrudan bir politik meydan okumaydı. Tütsü yakmamak, İsa’yı seçmekle kalmayıp Sezar’ı reddetmekti. Bu durum, Neron’dan başlayarak sistematik zulümlerin bahanesi hâline geldi. Özellikle 64 yılında çıkan büyük Roma yangınından Hristiyanların sorumlu tutulması, yalnızca korku kültürünü değil, aynı zamanda günah keçisi yaratma refleksini gözler önüne serer. Her dönemin bir “suçlu ilan edilen grubu” vardır; Neron sadece bizden erken davranmış. Yangının suçlusu bulunmuştu, artık teolojik bir cezalandırma süreci değil, devletin meşruiyetini sağlama operasyonu başlamıştı.

Ancak bu baskılar, inancı zayıflatmak yerine daha da örgütlü ve dirençli bir yapının doğmasına neden oldu. Kilise yer altına indi, ama yalnızca fiziksel olarak. Sosyal dokuda daha görünür hâle geldi. Diaconos adı verilen sosyal yardım görevlileri, yoksullara destek sağlıyor, Roma'nın gözünde önce merhamet timsali sonra ise güç odağı hâline geliyordu. Tanıdık geldi mi? Bugün olsa bu arkadaşlara “STK” denir, ah pardon vakıf... Baskı altında kutsallaşan bir inanç, kurumsallaşmaya başladığında ise bambaşka bir güç halini alır.

Bu dönüşümün kırılma noktası, Diocletianus’un son zulmünden sonra geldi. 303 yılında başlayan ve tarihe “Büyük Zulüm” olarak geçen dönem, Hristiyanları yok edemediği gibi onları daha da sistemli ve politik kıldı. Nihayetinde Konstantin’in 312 yılında gördüğü ve İsa’nın haçını simgeleyen rüya —“Bu işaret seni zafere ulaştıracak”— yalnızca bir kehanet değil, ideolojik bir stratejiydi. Bugün olsa reklam ajansına “vizyon-misyon” derdik. Konstantin’in ertesi sabah haçlı bayraklarla savaşa girmesi ve kazanması, Hristiyanlığın meşruiyet kazanmasının askeri mitolojisini yarattı. 313 Milano Fermanı'yla başlayan din özgürlüğü süreci, 324’te Hristiyanlığın imparatorluğun resmî dini olarak ilan edilmesiyle tamamlandı. Roma tanrılarının gölgeleri artık sarayın duvarlarından çekiliyordu. Pluto ve Bacchus evden çıkarıldı, yerine İsa taşındı.

Ancak bu yeni statü, beraberinde kimlik krizlerini de getirdi. İsa'nın doğasının ne olduğu —Tanrı mıydı, insan mıydı, yoksa ikisi birden mi?— sorusu, Hristiyanlığın merkezi tartışması haline geldi. 325 İznik Konsili, bu sorunun teolojik değil, politik bir karar olduğunu gösterdi. “İsa Tanrı’nın özünden mi, yoksa benzer özden mi gelir?” tartışması yalnızca metafizik bir problem değil, aynı zamanda imparatorluğun teolojik rotasını belirleyecek bir ayrımdı. “Homooúsios” ve “homoioúsios” arasındaki tek bir harf, İmparatorluk Kilisesi’nin sınırlarını çizdi. Evet, bir “i” harfiyle Tanrı’nın doğası yeniden yazıldı. Düşünün bir harf her şeyi değiştiriyor, “dostum” yerine “dostun” deyince çıkan tartışmayı hayal edin. Konsil kararıyla İsa’nın Tanrı’yla aynı özden geldiği ilan edildi. Bu karar, Kilise’nin resmen Tanrısal bir otoriteye dayanmasını sağladı.

Konstantin’in Kiliseyi saraya davet etmesi, piskoposların saray kapısında kılıçlarını bırakarak içeri girmesi ve imparatorluk ziyafetinde ağırlanmaları, sembolik anlamda kilisenin artık tanrısal değil, dünyevî bir güce bağlandığının işaretiydi. İsa’nın çarmıhtaki sessiz figürü, imparatorluk masasında konuşan bir ideolojiye dönüştü. Sessiz çığlık atan İsa’dan, “Anayasa değişikliği önerimiz şudur” diyen Kilise’ye evrilen bir süreç. Kilise artık yalnızca dua eden değil, karar veren; yalnızca yardım eden değil, hükmeden bir yapıydı.

Bu birleşmenin sonunda Hristiyanlık, Katolik (evrensel) kimliğini aldı ve Avrupa’ya yayıldı. Ancak bu zaferin bir bedeli vardı: İlk Hristiyanların “öteki” olma gücü, yerini “merkezî” olmaya bırakmıştı. İsa’nın çarmıha gerilmiş bedenini arayanlar, artık yalnızca mor kaftanlar içinde hüküm süren piskoposlar buluyordu. Hristiyanlık, Roma’nın gölgesinden çıkıp onun yerine geçerken, kurumsallaşmanın çelişkisini de yanında taşıdı. Tüm bu süreç, sadece bir inancın tarihini değil, aynı zamanda gücün ideolojik evrimini de anlatmaktadır. Tanrısal olan, protokole uymaya başladığında işin rengi değişir.

Kaynakça:

  • Brown, Peter. The Rise of Western Christendom: Triumph and Diversity, A.D. 200–1000. Wiley-Blackwell, 2013.
  • MacCulloch, Diarmaid. Christianity: The First Three Thousand Years. Penguin Books, 2011.
  • Ehrman, Bart D. The Triumph of Christianity: How a Forbidden Religion Swept the World. Simon & Schuster, 2018.
  • Freeman, Charles. A New History of Early Christianity. Yale University Press, 2009.
  • Gibbon, Edward. The History of the Decline and Fall of the Roman Empire. Volume II. Penguin Classics, 1995.
  • Pelikan, Jaroslav. The Christian Tradition: A History of the Development of Doctrine. University of Chicago Press, 1971.

Read more

Tanrı Tarihi #23 Tanrı’ya mı İnsana mı Boyun Eğmeli?

Tanrı Tarihi #23 Tanrı’ya mı İnsana mı Boyun Eğmeli?

Tektanrıcılığın Ontolojik Derinliği ve İslam’ın Kurumsal Sapmaları Üzerine Karen Armstrong’un Dinin Kısa Tarihi adlı eserinin “Tanrı’nın İradesine Boyun Eğmek” başlıklı bölümü, özellikle İslam’ın teslimiyet temelli yapısını anlamak için güçlü bir başlangıç noktası sunar. Ona göre “Müslüman” olmak, kelime anlamıyla Tanrı’ya teslim olandır. Bu teslimiyet, yalnızca

By Daphne Emiroğlu
Ella Fitzgerald: Notalara Dokunan Kadın

Ella Fitzgerald: Notalara Dokunan Kadın

İnsan kendi dertlerine, beceriksizliklerine, korkularına uydurduğu bahanelere bakınca bazen utanıyor. Minik dertleri göğüsleyemeyen, küçük sorunları çözemeyen, mutsuzluklarına ve problemlerine çözüm bulamayan insanlarla, bir çoğu için dünyanın sonu denecek yerlerden yıldız gibi parlayan insanlar çıkıyor. Hepsi aynı gezegende yaşıyor. Aynı havayı soluyor. Ella Fitzgerald'dan bahsedeyim biraz. Geceleri onun sesiyle

By Daphne Emiroğlu
Satıh hâlâ müdafaaya muhtaçtır.

Satıh hâlâ müdafaaya muhtaçtır.

Mustafa Kemal Atatürk’ün Sakarya Meydan Muharebesi sırasında söylediği “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır; o satıh bütün vatandır” sözü, yalnızca bir savaş stratejisinin özeti değil, bir milletin varoluşsal mücadelesini ifade eden tarihî ve felsefî bir bildiridir. Yüzeyde bu cümle, belirli bir cephe hattının savunulmasından vazgeçilip, topyekûn direniş anlayışının benimsendiğini

By Daphne Emiroğlu