Kutsal Aile, Kutsal Yalan: Modern Mitlerin Anatomisi

#3 Sır Tut, Sus, Sabret: Ailenin İçindeki Çocuk Cezaevi
Çocuk, ailenin en küçük bireyidir. Ama sistem için bir birey değil, bir mülk gibidir. “Benim çocuğum” kalıbında gizlenen sahiplik, sevgiyle karıştırılmış bir tahakküm biçimidir. Aile, çocuğa bir yuva olmaktan çok, bir kontrol istasyonu haline gelir. Ve bu istasyonun ilk ve en sert öğrettiği şey şudur: Sus.
Soru sorma.
İtiraz etme.
Yüzünü düşürme.
Yük olma.
Aç kal, ama belli etme.
Canın yansın, ama “aileni üzme.”
Yani: Sır tut. Sus. Sabret.
Ve böylece çocuk, hem fiziksel hem zihinsel olarak bir “iç güvenlik sorunu”na dönüşmeden, "makbul birey" olarak yetişir.
Sistem böyle çalışır: Çocuk sustukça ‘terbiyeli’, anne sus deyince ‘ahlaklı’, devlet duymayınca ‘istikrarlı’ olur.
Çocuğun ailedeki yeri tarihsel olarak daima kırılgan olmuştur. Antropolojik çalışmalarda çocuk, “topluluğun malı” ya da “aile içi mülkiyet” gibi kategorilerde yer alır. Modern devletler ise çocuğu ancak okul çağında, nüfus sistemine dahil olduğunda “fark eder.” O zamana kadar çocuğun kaderi, tamamen aile içi keyfiyetlere bağlıdır. Özellikle otoriter kültürlerde bu keyfiyet, “terbiye” adı altında şiddetle karıştırılır. Eğitim, dayakla eşdeğerdir. Sevgi, itaate bağlıdır.
Çocuk bu sistemde ya el öpmeye alışır ya tokat yemeye. İkisinde de eller susmaz, çocuğun sesi çıkmaz.
Ve devlet bu ilişkide nadiren müdahale eder. Çünkü “aile mahremdir.”
Bu, sistemin en sinsice çalışan zırhıdır. Mahremiyet denen şey, çocuğun yıllarca duygusal istismar görmesine, fiziksel şiddete maruz kalmasına, ihmal edilmesine hatta bazen cinsel istismara uğramasına rağmen dışarıya “sessizlik” olarak yansır. Mahalle duymaz, okul öğretmeni “karışmaz”, devlet “ailenin içidir” der. Yani çocuk yalnız değildir. Yalnız bırakılmıştır. Bu ülke “çocuklar bizim geleceğimiz” derken, aslında o geleceği evde döverek yoğuruyor.
UNICEF’in 2021 verilerine göre, Türkiye’de çocukların %26’sı fiziksel şiddete, %7’si cinsel istismara maruz kaldığını bildirmiştir. Bu yalnızca bildirilen vakalardır. Gerçek rakamın, susanlarla birlikte çok daha yüksek olduğu tahmin edilebilir. Çünkü çocukların çoğu, “aileni üzme, rezil etme, bir daha seni sevmezler” tehdidiyle büyür. Yani çocuk yalnız şiddetin kurbanı değil, aynı zamanda onun taşıyıcısı olur: kendi bedeninde, kendi ruhunda, kendi neslinde.
Psikoloji literatüründe aile içi travmanın en çok incelediği olgulardan biri “çocukluk çağı olumsuz yaşantıları (Adverse Childhood Experiences – ACE)” listesidir. Bu listeye göre, çocuklukta yaşanan duygusal ihmal, fiziksel/cinsel şiddet, alkolizm, anne-babaya tanıklık edilen şiddet gibi olaylar bireyin tüm hayatını etkiler: depresyon, anksiyete bozukluğu, intihar eğilimi, bağımlılık, öğrenme güçlüğü, hatta kalp ve damar hastalıkları dâhil olmak üzere uzun vadeli etkileri vardır. Felitti ve arkadaşlarının (1998) yürüttüğü ACE araştırmasına göre, çocukken 4’ten fazla olumsuz deneyime sahip olan bireylerde intihar girişimi riski 12 kat artmaktadır.
Ve işte burada sistemin ustalığı başlar: Çocuğu hasta eder, sonra onu iyileştirecek hiçbir kaynak sunmaz. Ardından da "vatanına, milletine faydalı bir birey olmadı" diye suçlar.
Aile, travmanın ilk mimarıdır. Ancak bu mimarlık planla değil, alışkanlıkla işler.
Çocuğun içinde yaşadığı travmaların pek çoğu, ailesinin daha önce yaşadığı ama çözemediği travmaların yeniden üretimidir. Buna psikolojide "nesiller arası travma aktarımı" denir. Anne, kendi annesinden gördüğü sevgisizlik modelini fark etmeden tekrarlar. Baba, bastırılmış öfkesini çocuğa "disiplin" diye aktarır. Sevgi koşulludur, kabul edilmek ise itaatten geçer. Bu yüzden travma sadece bir olay değil, bir ilişki biçimidir. Travmatik ailede çocuk, varoluşsal olarak kendini "fazlalık" gibi hisseder: ne sözü geçer, ne duygusu dikkate alınır, ne bedeni korunur. Böyle bir ortamda büyüyen çocuk için "sevilmek = sevilmeye layık olmak için çabalamak" demektir. Oysa gerçek sevgi, koşulsuz olandır. Sistem, çocuklara bunu hiçbir zaman öğretmez.
Ama toplumun gözünde çocuğun görevi ne hissettiğini anlatmak değil, “ailesini mahcup etmemek”tir. Bu yüzden Türkiye’de hâlâ en çok duyulan kalıp “anneni babanı üzme”dir. Ama kimse çocuğa “kendini üzme” demez. Çünkü sistem için çocuk, birey değil, ailenin projesidir. Baba, kendi egosunu onun başarılarıyla tatmin eder. Anne, kendi değersizlik hissini onun uyumluluğuyla bastırır. Ve böylece çocuk, sevgiyle değil; görevle var olur. Sevilmek için uslu olmak zorundadır. Uslu değilse dışlanır, cezalandırılır. Hatta bazen sevilmeye hiç layık görülmez.
Ve ironik olan şu: Uslu çocuk toplumun gözdesidir ama asla toplumun merkezinde değildir. O, hep alkışlar ama kimse onu sahneye çağırmaz.
Ailedeki çocuk ihlallerinin en tehlikeli olanı, "dini terbiye" adı altında yapılan baskılardır. Çocuklar cehennemle tehdit edilir. Mastürbasyon yaparsa günaha girer. Cinsel eğitim yasaktır, utanmak esastır. Kız çocuklarına regl olduğu gün “kadınlık görevi” yüklenir, erkek çocuklarına da “erkeklik ispatı” görevi. Oysa çocuk daha bedenini tanımadan sistem ona görev dağıtır. Şiddet ailede başlar, dua kılığında da devam eder. Çocuk için neredeyse kaçacak yer kalmamıştır.
Yapılan araştırmalar, özellikle dini gerekçelerle uygulanan cezalandırıcı disiplin yöntemlerinin çocuklarda baskı altında içselleştirilmiş suçluluk duygusunu artırdığını ortaya koyuyor (Mahoney et al., 2001). Bu da çocukların ileriki yaşlarda kendine zarar verme, depresyon ve bağımlılığa eğilimlerini ciddi şekilde yükseltiyor. Yani sistem yalnızca çocuğun bedenini değil, ruhunu da erken yaşta borçlandırıyor. Tanrı korkusuyla büyüyen çocukların çoğu, önce kendinden korkmayı öğreniyor. Sonra da bir daha kimseye güvenmemeyi.
Ama tabii “çocuklar bizim her şeyimiz” demeyi ihmal etmeyiz. Her bayramda öpülerek para verilen, okul gösterisinde ağlanarak izlenen, sünnet düğününde konfetili “adam olmuş” pankartları altında travmaya uğratılan bir varlığa “her şeyimiz” demek kolay. Çünkü çocuğu sevmek, onu dinlemekten daha az zahmetlidir. Çocuğu öpmek, özne saymaktan daha az risklidir.
Toplumda çocuklar, ya melek ya beladır. Arası yoktur. Ya masumiyet sembolüdürler, ya şımarık bir yük. Oysa çocuklar karmaşıktır, bireydir, hak sahibidir. Ama Türkiye’de çocukların bir hakkı varsa o da “susma hakkı”dır. Çünkü sesini çıkaran çocuk, bozuk sayılır. Halbuki bozuk olan sistemdir. Çocuk değil. Aile travması, bireysel bir felaket değil, toplumsal bir istikrarsızlık alanıdır. Çocukken bastırılan öfke, ileride başka çocuklara şiddet olarak döner. Dinlenmeyen çocuk, büyüdüğünde ya otoriter olur ya da bir otoriteye körü körüne teslim olur. Ailesinde değer görmeyen birey, kendini göstermek için ya hırsla statü kovalar ya da başkasını değersizleştirerek değerli hisseder. Otoriter liderlerin çoğu, çocuklukta aşırı disiplin ve sevgisizlikle büyümüştür. Kadın düşmanlığı, bastırılmış cinsellikle iç içedir. Homofobi, cinselliğini keşfetmesine izin verilmemiş bir çocuğun çığlığıdır. Yani toksik aile yapısı, sadece bireyi değil, toplumu otoriter, sevgisiz ve korku kültürüyle yönetilebilir hale getirir.
Bugünün “makbul vatandaşı” çoğu zaman dünkü *“sessiz çocuk”*tur.
Sonuç olarak: Aile, çocuğun ilk sığınağı değil, çoğu zaman ilk travmasıdır. Ve bu travma, toplumun gelenek adı altında meşrulaştırdığı kolektif bir ihmaldir. Çocukluk, çocuklara ait değildir. Ebeveynin ego tarlasına sürülmüş bir arazidir. Ve o tarlada büyüyen çocuk, bazen sadece sessiz kalmayı öğrenir. Çünkü ses çıkarırsa sevgi azalır, ses çıkarırsa evden gider, ses çıkarırsa “ayıp” olur.
Ve işte bu yüzden sistem çocuğa ilk olarak susmayı öğretir.
Çünkü konuşursa hem aile hem devlet hem de gelenek zor durumda kalır.
Ve biz bunu istemeyiz, değil mi?
Zira “biz susarız, ama çocuklar susmasın” demek bile, en başta “biz neden susmuştuk?” sorusunu sordurur.
Ve o soruyu sistem hiç sevmez.
Referanslar
Felitti, V. J., Anda, R. F., Nordenberg, D., Williamson, D. F., Spitz, A. M., Edwards, V., Koss, M. P., & Marks, J. S. (1998). Relationship of childhood abuse and household dysfunction to many of the leading causes of death in adults: The Adverse Childhood Experiences (ACE) study. American Journal of Preventive Medicine, 14(4), 245–258. https://doi.org/10.1016/S0749-3797(98)00017-8
Mahoney, A., Pargament, K. I., Tarakeshwar, N., & Swank, A. B. (2001). Religion in the home in the 1980s and 1990s: A meta‐analytic review and conceptual analysis of links between religion, marriage, and parenting. Journal of Family Psychology, 15(4), 559–596. https://doi.org/10.1037/0893-3200.15.4.559
UNICEF Türkiye. (2021). Türkiye'de çocuklara yönelik şiddetin önlenmesi: Politika analizi ve öneriler. Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF) Yayınları. https://www.unicef.org/turkiye
World Health Organization. (2016). INSPIRE: Seven strategies for ending violence against children. https://www.who.int/publications/i/item/inspire-seven-strategies-for-ending-violence-against-children