Memeleriniz Olduğu Kadar Akıllısınız da…

Seç dediler: Güzellik mi, zekâ mı? İkisini de aldın. Cevapları: Bizimle değilsin oldu.
Güzel bir kadın görürsün, aynı zamanda zeki. Sonra bir de üstüne entelektüel çıkınca devreler yanar. “Bu kadında bir gariplik var!” dersin. Gerçekten de bir gariplik olabilir ama bu gariplik, garipliği kimin yarattığına da bağlı. Belki de asıl garip sensindir. Çünkü senin beynin güzel kadının ancak salak, zeki kadının ise ya çirkin ya da çirkinleşmiş olması gerektiğini söyler. Küçük yaşta “ya güzel ol, ya akıllı, ya da evde kal” diye fısıldadılar. Ama bu kadınlar hem güzel, hem akıllı, hem de entelektüel! E ne olacak şimdi? Olmaz, bu üçü aynı bedene sığmaz! Diyor ki iç sesin: “Ya taktığı gözlük fake’tir ya da bir yerinde kesin estetik vardır.”
İşte o noktada başlıyor toplumun “entelektüel güzel kadına” karşı linç makinesi çalışmaya. Hme de tam gaz. Kadını, hem erkekler hem hemcinsleri sırayla yalnızlaştırır. Ve bu yalnızlaştırma öyle direkt yapılmaz. Sinsi sinsi… Sessizce… Önce küçük küçücük pasif agresiflerle başlar:
— “Senin gibi kadınlar erkek bulmakta zorlanır…”
— “Bu kadar şey bilmek zorunda mısın?”
— “Senin seviyende adam mı var ki?”
— “ Seni kimse çekmez!”
Ve en önemlisi: “Senin gibi kadınlar korkutucu.”
Bingo. Burada duralım. Şaşıralım ama genelde azıcık şaşırılan bir şeydir bu. Herkes diğerine o kadar alışık ki…
Bu toplumda “korkutucu” kelimesi, zekâyı cezalandırmak için kullanılan vitrini bozulmamış bir silah. Senin zekân, birilerinin konforlu yalanlarını rahatsız ediyor. Sen bir aynasın. Çatlayan narsisizminin çatırdısını senden çıkarıyorlar. Sonra ellerindeki kırıkları da sana batırıyorlar. Bu yüzden Marie Curie’nin iki Nobel’i onun sosyal çevresinde yalnızlığına engel olamadı. Susan Sontag, aşk ilişkilerinde bile zekâsı yüzünden “duygusal olarak ürkütücü” bulundu. Hatta Virginia Woolf bile, kendi entelektüel gücünün dost çevrelerinde bile anlaşılmadığından sıkça şikâyetçiydi.
Sosyal psikoloji diyor ki: “Güzel kadınlar zeki olduğunda daha az sevilir.”
Heilman & Okimoto (2007) buna “Beauty-Competence Tradeoff” diyor. Yani bir kadın çok güzelse, fazla zeki olmamalı. Fazla zekiyse, fazla güzel olmamalı. O zaman ne yapacaksın şekerim? Aptal gibi davranacaksın… Artık o zekayla ne kadar becerebilirsen. Çünkü daha az zekaya sahip olmak isteyeceğin bir dünyadayız. Diğerlerinin sıktıkları palavraları dinleyeceksin. Dayanabildiğin kadar dayanacaksın. Dolduğun yerde patlayacaksın. Zira fazla olan her şey seni “diğerleri” için tehdit haline getirir. “Denge bozucu.” “Rekabet bozucu.” “Erkek dominant dünyayı zorlayan bir glitch.” Sistemin bugı! Buna ek olarak, Kanter’in Tokenism Teorisi çerçevesinde bu kadınlar “azınlık figürleri” olarak görülür ve dikkat çekerler. Ama bu dikkat övgü değil; sürekli test edilme, sorgulanma, ‘gerçekten sen mi yaptın?’ türü imalarla birlikte gelir. Kadının zekâsı, güzelliği ve birikimi, onu sürekli bir şüphe nesnesine dönüştürür. Çünkü toplum, bu üç niteliği aynı kişide görmeye alışkın değildir. Alışkın olmadığı her şeye de ya öcü muamelesi yapar ya da vitrin mankeni. Ya uzak durur ya fetişleştirir.
Senin zekân, o sahte entelektüellerin uyduruk jargonlarını tuzla buz ediyor. Senin bilgi birikimin, ortamlarda “kitapta okumuştum” diyerek höykürenlerin kabusu. Senden haz etmemelerinin nedeni, senin fazla olman değil, onların yetersizliğinin senin yanında gözle görünür hale gelmesi. Üstelik bir de kadın olduğundan utanmadan! Tıpkı Ece Temelkuran’ın başına gelenler gibi: Uluslararası ödüller almasına, akademik birikimine ve gazetecilik cesaretine rağmen “fazla politik, fazla açık sözlü, fazla elit” gibi etiketlerle hem medyadan hem bazı entelektüel çevrelerden izole edildi.
Bu durum aslında sosyal karşılaştırma teorisi (Festinger, 1954) ile açıklanabilir. İnsanlar kendilerini başkalarıyla kıyaslayarak değerlendirirler. Senin varlığın, ortalama zekâya sahip kişide kıyaslama sonucunda aşağılık duygusu doğurur. Çünkü seninle kendini karşılaştırdığında, tek sahip olduğu şey olan “rahatlık” elinden gider. O yüzden seni izole eder, dışlar, susturur, hatta küçümser. Psikolojide buna “savunmacı küçümseme” denir. Savunurlar, çünkü korkarlar. Üstelik bir azınlık figürü tarafından bozguna uğratılm ak hiç hoşlarına gitmez.
Ve bu kıskanma sadece erkeklerden gelmiyor. Queen Bee Syndrome dediğimiz şey devreye giriyor. Başka kadınlar da seni dışlamaya başlıyor. Çünkü güç, statü ve dikkat için rekabet ediliyor. Araştırmalar (Derks, Van Laar, Ellemers, 2016) diyor ki: Başarılı kadınlar, kendi gibi olan kadınları değil, erkek egemenliğini pekiştiren rollerle özdeşleşmeyi seçiyor. Ne demek bu? Seni desteklemek yerine, seni hedefe koyuyorlar. Çünkü seni desteklemek, onların sistem içindeki yerini tehdit eder. Onlar, sistemin içindeki “kadın kontenjanı” için birer jokerken, sen sistemi eleştirdiğin için fazlalısın. O yüzden sana bye-bye sweetheart demek için can atarlar. Monica Lewinsky, eğitimli ve zeki olmasına rağmen, kadınlar tarafından da acımasızca yargılandı. Çünkü toplumda kadının “saf” ya da “kurban” olması daha çok sempati uyandırıyor. Kendine güvenen kadın, kadınların da hedefi olabiliyor.
Bu kadınlar çoğu zaman erkek gibi davranmak zorunda bırakılır. Çünkü entelektüel kadın, feminenliğini koruduğunda hafife alınır, maskülenleştiğinde ise ‘karizmatik’ sayılır. Oysa aynı zekâyı bir erkek gösterdiğinde “vizyoner” ya da “lider ruhlu” denir. Kadına ise “dominant”, “doyumsuz”, “yönetici manyağı” etiketi yapıştırılır. Toplum, kadının zekâsını bile ancak ‘maskülen ambalajla’ tolere edebilir. Ve elbette sadece güzel, sadece kadın olanlar da bu maskülen rolü kendi istikballeri için taklit etmektedir. Herkes birbirine karışır bir noktada…
Glick & Fiske’nin Ambivalent Sexism Teorisi de ekliyor: Erkekler güçlü kadınlardan hoşlanmaz. Kadınlar da bu kadınları “fazla güçlü” bularak desteklemez. Güzel ve entelektüel kadınlar, hem düşmanca cinsiyetçilik (hostile sexism) hem iyi niyetli cinsiyetçilik (benevolent sexism) tarafından cezalandırılır.
Yani özetle:
- Güzel kadınsan nesneleştiriliyorsun,
- Zekiysen yalnızlaştırılıyorsun,
- Entelektüelsen karikatürize ediliyorsun,
- Hepsiysen? Cehenneme hoş geldin.
Afedersin ama büyük s*çt*n!
Bu cehennem yalnızca bireysel değil. Kadınların ekonomik bağımsızlık kazandığı, eğitim oranının arttığı ama buna rağmen ilişkilerde yalnızlaştığı Türkiye gibi ülkelerde bu durum daha da belirgin. TÜİK verilerine göre, yüksek öğrenimli kadınların evlilik oranları düşerken, yalnız yaşam oranları artıyor. Çünkü eşit ilişki kültürü gelişmemiş toplumlarda, “başarılı kadın” partner değil, tehdit olarak kodlanıyor. Kadının entelektüel sermayesi, erkeğin güç alanına çentik atıyor. Kadın okudukça, düşündükçe, sorguladıkça ‘evlenilebilirliği’ düşüyor. Elbette buradan Türkiye’deki tüm kadınların entelektüel, zeki ve güzel olduğu anlamı çıkmasın. Bayılır düya böyle şeylere…
Kadın dayanışması dediğin şey de sınıfsaldır canım. bell hooks’un dediği gibi: “Kadınlar arasındaki dayanışma, statü eşitliği sağlanmadan mümkün değildir.” Eğer sen bilgiye, güce, görünüme sahipsen; o “kadın kadının kurdudur” lafı senin çevrende sık sık doğrulanır. Çünkü sen, onlara bu dünyanın kadın dostu olmadığını, kadınların bile bazen “kadına düşman” olabileceğini hatırlatırsın. Mesela Beren Saat, entelektüel söylemleri ve toplumcu tavırlarıyla hem medyada hem sosyal medyada “kibirli, soğuk, itici” gibi sıfatlarla yalnızlaştırıldı. Oysa erkek oyuncular aynı tavırda “vizyoner” ilan ediliyor.
Bu durum feminizm içinde bile tartışmalı bir noktadır. “Fazla güzel feminist kadınlar” bazen ciddiye alınmazken, aşırı entelektüel feministler ise “elitist” ya da “ulaşılamaz” olmakla suçlanır. Sanki bir kadın hem politik bilinçli, hem güzel, hem de bilge olamazmış gibi. Amaç kadınları güçlendirmek değil, belli bir kalıba dökmek. Feminist kadın bile başka kadının gücünü tehdit görebilir. Çünkü patriarka sadece erkeklerin değil, bazı kadınların da zihnine kazınmıştır.
Toplumun ortalaması sana “fazla” muamelesi yapar. Çünkü sen, onların kolektif ortalamasını bozuyorsun. Onlar seni değil, kendi yetersizliklerini linçliyor. Ama senin yüzüne.
Sonra sen “yalnız” kalırsın. Çünkü zekân bir kısım erkeği ezer, bir kısmını sinirlendirir, bir kısmını utandırır. Kadınları da ikiye böler: Takip edenler ve susturmaya çalışanlar.
Sana rol verecek toplumda üç opsiyon var:
- Evlenilecek kadın,
- Takılmalık kadın,
- Ağır gelinip uzak durulacak kadın.
Sen üçüncüsün. Çünkü sen o yapbozun parçası değil, yapbozun kendisi olduğunu iddia ediyorsun. Onlar ise kutuyu sadece kapaktaki görselden tanıyor. Kutuyu açmak cesaret ister. Benzer bir durumu Frida Kahlo yaşamıştı. Hem sanatçı hem siyasi hem de güzel bir kadın olunca, tüm döneminin kadınları arasında yalnızlaştı. Tek başına bir yapbozdu çünkü, parçaya indirgenemiyordu.
Ama işin en ironik tarafı ne biliyor musun?
Onlar seni “fazla” buldukları için yalnız bırakıyorlar. Sonra dönüp sana “yalnızsın” diye laf atıyorlar.
Önce kapıyı kilitleyip sonra pencereden sesleniyorlar:
“Niye çıkmıyorsun?” Pabucumun yarısını almaya çalıştığınız için olabilir mi? Sen çıksan, onlar da çıkmak zorunda kalacak.
Ama onların çıkmak gibi bir niyeti yok. Onlar konfor alanında, sen savaş alanındasın.
Bu mücadele, yalnızca kadınlar arası ya da erkek-kadın gerilimi değildir. Aynı zamanda kültürel kodlarla, geleneksel kalıplarla ve kolektif bilinçaltıyla savaşmaktır. Senin yalnızlığın kişisel değil, sistemiktir. Simone de Beauvoir’ın dediği gibi: Kadın doğulmaz, kadın olunur. Ama sen kadın olmakla kalmamış, var olmuşsun. Ve toplum, var olan kadını sevmez. O, ya ulaşılması gereken bir hayal olmalı ya da yok sayılması gereken bir sapmadır. Malala Yousafzai Nobel aldığında bile birçok kesim tarafından “fazla politik, fazla eğitimli, fazla Batılı” diye dışlandı. Çünkü sistemin alışık olmadığı kadın profili, doğrudan linç sebebi oluyor.
Güzel, zeki ve entelektüel bir kadınsan, bu dünyada yalnızsın. Ama yalnız değilsin. Örneğin Türkiye’de Ayşe Arman, röportajlarıyla gazeteciliği popülerleştirirken hem erkeklerden “fazla feminist”, hem kadınlardan “fazla rahat” olduğu için dışlandı. Ama hâlâ yazıyor. Çünkü yalnız olmak, bazen doğru yerde durmanın bedelidir.
Senin gibiler çok az. Ama bu azlık, seni eksik yapmaz.
Fazlalığın, onların eksiğini görünür kıldığı için lanetlisin.
Ama bu lanet, aslında onların kutsadığı cehaletin panzehiridir.
Ve seni yalnız bırakan herkes…
Bilmeli ki:
Zeka bir tehdit değil.
Cehalet bir af olmadıkça.
Yani zekanın ve memelerinin aynı anda dik olmasının bir mahsuru yok.
Kaynakça:
Festinger, L. (1954). A theory of social comparison processes. Human Relations, 7(2), 117–140.
Kanter, R. M. (1977). Men and Women of the Corporation. New York: Basic Books.
📕 Kitap; dijital erişim kısıtlı, ancak özet ve alıntılar için bkz.
hooks, bell. (1981). Ain’t I a Woman? Black Women and Feminism. Boston: South End Press.
📕 Kitap; açık erişim değil. Tanıtım sayfası.
de Beauvoir, S. (1949). Le Deuxième Sexe [İkinci Cins]. Paris: Gallimard.
📕 Orijinal Fransızca baskı. İngilizce çevirisi:
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK). (2023). Kadın İstatistikleri Raporu.