Ortadoğu’nun Komşu Çocuğu: Türkiye’nin Bitmeyen Deneyleri

Ortadoğu’nun Komşu Çocuğu: Türkiye’nin Bitmeyen Deneyleri

Türkiye’nin günümüzdeki konumunu tarif etmeye çalışan herkes, sanki absürd bir tiyatro oyununa bilet almış gibi hissetmek zorunda. Ayrca muhtemelen bu oyunu izlemekten de keyif almayacaksınız. Koltuğunuzu da hiç beğenmeyeceksiniz. Üstelik çerez de yok. Sahnenin bir yanında küresel güçlerin koltuk savaşları, diğer yanında Ortadoğu’nun kanlı mizahı, en ön sırada ise kendi kendini kandıran bir toplum var. Türkiye, bu oyunda hem figüran hem başrol olma sevdasında, ama kulisler darmadağın, senaryo sürekli değişiyor ve yönetmen koltuğu boş. Dünya artık tek kutuplu değil; ABD, yaşlı bir kovboy gibi hâlâ silah çekmeye çalışıyor ama mermileri eski, elleri titriyor. Çin ise bir yandan Afrika’nın limanlarını, Latin Amerika’nın madenlerini satın alıyor; diğer yandan kendi halkına “mutluluk kredisi” dağıtarak yeni imparatorluk hayalleri kuruyor. Rusya, Ukrayna bataklığında dizine kadar çamura batmış halde hâlâ “ben buradayım” diye bağırıyor, Avrupa Birliği ise enerji bağımlılığına mahkûm, aralarında kavga eden bir apartman yönetimi gibi: çok konuşuyorlar, az karar alıyorlar, sonra yine ABD’ye güvenmek zorunda kalıyorlar. İşte Türkiye bu tabloda, sürekli yön değiştiren, her taşın altına elini sokan ama o taşı kaldıracak gücü olmayan bir “denge cambazı.” NATO üyesi ama Rusya’dan gaz alıyor, Batı’ya muhtaç ama Batı’ya posta koyuyor, Batı da ona muhtaç bu arada. Çin’le flört ediyor ama sabah akşam anti-Asya lafları dolaşıyor. Bir gün “Batı medeniyetinin parçasıyız” diyor, ertesi gün “Batı çöktü” diye slogan atıyor. Tıpkı aile içinde küsüp “seninle konuşmuyorum” dedikten sonra ertesi sabah birlikte kahvaltıya oturan Türk ailesi gibi: kavga büyük, ama bağ kopmuyor. Eltiler, enişteler, gelinler, kaynanalar saç saça baş başa bir durum, sonra akşam beraber düğüne gidiyorlar.

Ortadoğu cephesinde işler daha da vahim. İsrail-Gazze savaşı, insanlık dramının televizyon ekranlarında “prime-time dizisi” gibi tüketilmesine dönüştü. İsrail’in acımasız politikaları ve Batı’nın çifte standartlı tavrı, bölgede radikalleşmenin yeni sezonunu açtı. Filistin meselesi artık sadece bir toprak kavgası değil, bütün Ortadoğu’nun ruhunu kemiren bir travmaya dönüştü. İran, Lübnan’dan Yemen’e kadar Şii eksenini güçlendirmeye çalışıyor, Suudi Arabistan ise bir yandan İsrail’le normalleşmeye gidip bir yandan “İslam dünyasının hamisi” rolünü oynamaya çalışıyor. Defileler, konserler, dj partileri derken, bunlarla medeniyete yürüyoruz havası yaratma derdindeler... O medeni gözlerinizi bir de Gazze'ye çevirebilseydiniz keşke... Körfez ülkeleri petrol gelirleriyle “Dubai masalı” yazarken, Suriye hâlâ paramparça: Rusya’nın askeri üssü, Amerika’nın devriyesi, Türkiye’nin operasyon bölgesi, İran’ın milisleri derken ülke tam bir Lego seti. Türkiye, bu tabloda kendini “her işe burnunu sokan komşu” gibi konumlandırıyor. Nerede bir kriz varsa orada bir şekilde varlık gösteriyor; ama bu varlık çoğu zaman günü kurtarmakla sınırlı, uzun vadeli stratejiye dayanmıyor. Mesela Suriye’nin kuzeyinde askeri varlığı var, ama bu varlığın uzun vadede Türkiye’ye ne getireceği ya da götüreceği meçhul: "Abi biz buraya tam olarak ne için gelmiştik?" İsrail-Hamas savaşı karşısında yüksek perdeden konuşuyor ama pratikte diplomatik yalnızlığı derinleşiyor.

Dünya örnekleriyle kıyaslandığında Türkiye’nin bu dengesizliği daha da trajikomik görünüyor. Ukrayna-Rusya savaşı mesela… Türkiye arabulucu olmaya çalışıyor, tahıl koridoru açıyor, diplomasinin ev sahibi oluyor ama aynı anda Rusya’ya yaptırımlara katılmıyor, Ukrayna’ya da SİHA satıyor. Yani herkesin gözüne hoş görünmeye çalışan ama kimse tarafından tam güvenilmeyen bir “arabulucu” rolü. Avrupa’daki yükselen aşırı sağ ise Türkiye’ye doğrudan dokunuyor, çünkü göçmen meselesi Avrupa’yı kasıp kavururken Türkiye milyonlarca göçmenle baş başa. Avrupa “kapıları açma” tehdidiyle korkarken, Türkiye’nin sokaklarında göçmen karşıtı öfke kaynıyor. Toplum bir yandan göçmenleri suçluyor, diğer yandan göçmenlerin ucuz iş gücünden faydalanıyor. Bu ikiyüzlülük, Türkiye’nin iç krizini daha da derinleştiriyor.

İçeride tablo daha vahim. Ekonomik kriz, vatandaşın ruhunu kemiren en büyük bela. Enflasyon rakamları artık yalnızca market fiyatlarını değil, insan ilişkilerini bile belirliyor. İnsanlar kahveye zam geldiğinde arkadaşlıklarını sorguluyor, elektriğe zam geldiğinde televizyonu kapatıyor, kiralar artınca çocuklarını evden kovmayı düşünüyor. Döviz kuru adeta bir ulusal ruh hali endeksi: sabah dolar yükselmişse moral dipte, akşam biraz düşmüşse “oh, dünya yeniden güzel” havası. Gelir dağılımındaki uçurum büyüdükçe toplumda umutsuzluk ve öfke artıyor, ama bu öfke rasyonel politik taleplere dönüşmek yerine sosyal medyada küfürlü trend topic’lere dönüşüyor.

Siyasete bakış ise bambaşka bir komedi. Türkiye’de siyaset program, ideoloji ya da çözüm değil; taraftarlık. Seçmenler için önemli olan, “bizim takım”ın kazanması. Bir taraf için liderler adeta kutsal figür, diğer taraf için şeytanın ta kendisi. Futbol yorum programlarındaki “bu sene şampiyon biziz” geyikleriyle siyaset meydanlarındaki “bu ülkeyi biz kurtaracağız” naraları arasında tek fark forma renkleri. Sonuç olarak seçmen davranışları rasyonel olmaktan çıkıyor, tamamen kimlik fanatizmine indirgeniyor. Ve o liderlerden kahramanlık bekleniyor... Kendisi kahraman olmaya niyetli olmayan halk tarafından. Daha çok dedelerinin kahramanlıklarının arkasına saklanıyorlar.

Toplumun entelektüel zayıflığı bu noktada devreye giriyor. Eğitim sistemi, yıllardır reform üstüne reform görmüş ama her reform, bir öncekini mumla aratmış. Reformist bir cahiliye... Üniversiteler nicelik olarak çoğalmış ama nitelik olarak çökmüş. Akademisyenler arasında liyakat yerine sadakat esas alınmış, bilimsel özgürlük kısıtlanmış, öğrenciler ise sınav geçmeye odaklı bir üretimsizlik döngüsüne mahkûm edilmiş. Üniversite mezunlarının çoğu işsiz, iş bulanlar da küresel düzeyde rekabet edemeyecek kadar yetersiz. Entelektüel üretim durma noktasında. Araştırma yapmak yerine rapor dolduran, fikir üretmek yerine ders fotokopisi dağıtan bir akademi var. Bunun sonucu olarak genç nüfusun önemli bir kısmı yurtdışına gitmek istiyor. “Beyin göçü” kavramı, artık sıradan vatandaşın gündelik sohbetine girmiş durumda. Yalnız o göç edecek beyin ne durumda bunu soran yok.

Sosyal medyada ise bilgi ile cehalet yan yana. İnsanlar birkaç tweet okuyup dünya düzenini çözdüğünü sanıyor. Bir YouTube videosu izleyip Ortadoğu uzmanı, bir Instagram reels’iyle ekonomi analisti oluyor. Oysa sahici bilgiye yatırım yapan çok az insan var. Bu yüzden toplumun büyük bir kısmı dezenformasyona açık hale geliyor. Doğru ile yanlış arasındaki fark, pazarda sahte peynirle gerçek peynir arasındaki fark kadar bulanık. Kitleler sahte bilgilere inanıyor çünkü sahici bilgi can sıkıcı, sahte bilgi ise eğlenceli. Gerçeğini öğrenmek ise en az 4 dakika okuma gerektirir, kim yapacak?

Bütün bu cehalet ve kutuplaşma dış politikaya da yansıyor. Halkın geniş kesimleri dış politikayı “biz haklıyız, onlar haksız” düzeyinde algılıyor. Karmaşık meseleler, televizyon ekranlarında bağırış çağırışla tüketiliyor. İktidar bu durumu avantaja çeviriyor: dış politikayı içerde propaganda malzemesi olarak kullanıyor. Her uluslararası kriz, içerde “dik durduk” sloganıyla satılıyor. Oysa gerçekte Türkiye çoğu zaman büyük güçlerin pazarlık masasında taşeron rolünde. Ama bu gerçek halka anlatılmıyor çünkü sloganlar, gerçeklerden daha etkili bir morfin görevi görüyor.

Göçmen meselesi de toplumun halini ele veren en çarpıcı örneklerden biri. Bir yandan göçmenlere öfke kusuluyor, “ülkeyi ele geçirdiler” deniyor. Öte yandan aynı göçmenler en ağır işlerde, en düşük ücretlerle çalıştırılıyor. Yani toplum hem göçmenlerden nefret ediyor hem de onlarsız ekonomik çarkı döndürmüyor. Bu ikiyüzlülük, Türkiye’nin toplumsal dokusunu paramparça ediyor. Avrupa’daki aşırı sağın yükselişi ise bu tabloyu daha da keskinleştiriyor; Türkiye, hem göçmen deposu hem de Avrupa için “tampon bölge.” Vatandaşın bilinci bu paradoksu görecek kadar gelişmediği için mesele yalnızca sloganlara indirgeniyor.

Sonuçta Türkiye’nin hem küresel hem bölgesel konumunu belirleyen en önemli faktör, kendi toplumunun entelektüel kapasitesizliği. Bilgisiz bir toplum, manipülatif siyaseti besliyor; üniversitelerdeki kalitesizlik gençlerin geleceğini çalıyor; sosyal medya bağımlılığı bilgi yerine sahte gündem üretiyor; kutuplaşma her türlü akıl yürütmeyi imkânsız hale getiriyor. Böyle bir zeminde Türkiye’nin dünya satranç tahtasında vezir ya da kale olması mümkün değil; en fazla piyon olur, o da çoğu zaman ilk hamlede harcanan cinsten.

Ve işin en ironik tarafı, toplum bütün bunlarla yüzleşmek yerine kendini kandırmaya devam ediyor. “Biz güçlüyüz, biz büyüğüz” diyor, ama cebindeki paranın erimesini görmezden geliyor ya da bunu biliyor ama korkuyor. “Biz lideriz” diyor, ama dünya masasında sandalyesinin aslında küçük bir tabure olduğunu fark etmiyor. “Biz çok zekiyiz” diyor, ama üniversiteler diploma dağıtım töreninden başka işlev görmüyor. Üstelik artık devletin sistemine girip sahte diploma üretenler de var. Artık doktorun gerçekten doktor olduğunu nasıl anlarız, bilmiyorum. Gerçek şu ki, güç sloganla değil; bilgiyle, liyakatle, üretimle gelir. Ama Türkiye’de bunların yerine slogan, sadakat ve tüketim var. Kısacası, bugünün Türkiye’si hem dünya düzeninin çelişkilerini hem de kendi toplumunun zaaflarını içinde barındıran bir kara mizah laboratuvarı. Ve laboratuvardan çıkan sonuç belli: Deney sürekli patlıyor, ama kimse dumanın sorumluluğunu almıyor. Sorumluluğu üzerine almaya kalkanın da başına gelenler halkı ağlatıyor.

Kaynakça

Ayoob, M. (2019). The many faces of political Islam: Religion and politics in the Muslim world. University of Michigan Press.

Barkey, H. J. (2020). Turkey and the Middle East: Ambitions and constraints. Carnegie Endowment for International Peace.

Keyman, E. F. (2021). Authoritarianism and democratic backsliding in Turkey: Beyond the populist divide. Third World Quarterly, 42(9), 2016-2034.

Kuru, A. T. (2019). Islam, authoritarianism, and underdevelopment: A global and historical comparison. Cambridge University Press.

Mearsheimer, J. J., & Walt, S. M. (2007). The Israel lobby and US foreign policy. Farrar, Straus and Giroux.

Öniş, Z. (2019). Turkey under the challenge of state capitalism: The political economy of the late AKP era. Southeast European and Black Sea Studies, 19(2), 213–239.

Sayarı, S. (2020). Back to a predominant party system: The case of Turkey. Party Politics, 26(4), 398–408.

Turan, İ. (2018). The evolution of Turkish politics: From single-party era to multiparty politics. Routledge.

Yavuz, M. H., & Öztürk, A. E. (2019). Islam, populism and regime change in Turkey. Routledge.

Zürcher, E. J. (2022). Turkey: A modern history. I.B. Tauris.

Read more

Tanrı Tarihi #30 - Quakerların Doğuşu ve Mirası

Tanrı Tarihi #30 - Quakerların Doğuşu ve Mirası

Onyedinci yüzyıl İngiltere’sinin siyasal, dini ve toplumsal çalkantıları arasında ortaya çıkan Quaker hareketi ya da kendi tercih ettikleri isimle “Dostlar Cemaati”, Avrupa’nın din tarihinde alışılmadık bir sayfa açtı. George Fox’un genç yaşta yaşadığı dinsel arayışlardan doğan bu hareket, Hıristiyanlığın kurumsallaşmış yapılarına, unvanlara, merasimlere, hiyerarşik otoriteye ve kilise

By Daphne Emiroğlu
Tanrı Tarihi #29 - Canavarın Kellesi: Din, Entrika ve Ortaçağ Mizahı

Tanrı Tarihi #29 - Canavarın Kellesi: Din, Entrika ve Ortaçağ Mizahı

Ortaçağ Avrupa’sında kraliçe olmanın bedeli, bugünün magazin dünyasında Instagram fenomeni olmanın bin kat üstüydü; çünkü “unfollow” yoktu, doğrudan kafanı gövdenden ayırıyorlardı. İskoçya Kraliçesi Mary Stuart’ın hikâyesi de bunun en kanlı, en absürt ve en kara mizah malzemesi bol örneklerinden biri. Mary, 1542’de doğar doğmaz babasını kaybetti, yani

By Daphne Emiroğlu