Popüler Söylemin Dar Aynasında Zekâ Yanılsaması

Popüler Söylemin Dar Aynasında Zekâ Yanılsaması

Zekâ, günümüzün en çok konuşulan ama en az anlaşılan kavramlarından biridir. Televizyonlarda, sosyal medyada veya kısa video kesitlerinde zekâ, genellikle bireyin bilişsel kapasitesinden çok karakter özellikleriyle ilişkilendirilir.

Psikolog Acar Baltaş’ın 2 ay önce Teke Tek Bilim'de Prof. Dr. Emrah Safa Gürkan'ın konuğu olduğu programda : “Zeki insanlar çoğu zaman kendine aşırı güvenir, hatalı çözümleri iyi savunur, aptallarla çalışmam der, zekâsının sınanacağı ortamlardan kaçar.” dedi (Video'nun 20:38'deki bölümü) Yayının tamamı bu konuyu kapsamamakla beraber konuşmanın bu kısmı instagramda yayıncılar tarafından paylaşıldı. Ben izlediğim sırada 96,8K izlenmeye ulaşmıştı. Bu açıklama, yüzeyde makul görünse de aslında zekâyı hem psikolojik hem de sosyolojik bağlamından kopararak kişisel kibirle özdeşleştirir. Oysa bilimsel literatür, zekânın ne narsisizmle ne de özgüvenle doğrudan örtüştüğünü gösterir. Ancak bu çok katmalı konu hakkındaki yüzeysel açıklama kim bilir kaç yüz bin kişi tarafından izlenip, bilim adamları tarafından söylendiği için doğru kabul edilecek bilmiyoruz.

Zekâ, bireyin yalnızca bilişsel işlem kapasitesi değil, aynı zamanda öğrenme, uyum sağlama ve hata farkındalığı süreçlerinin bütünüdür.

Psikolojide zekânın tarihsel olarak ölçülme biçimleri bile bu karmaşıklığı yansıtır. Alfred Binet’in 1905’te geliştirdiği ilk IQ testi, çocuğun okul başarısını öngörmek için tasarlanmıştı; doğuştan gelen bir “üstünlük” ölçüsü olarak değil. Ancak 20. yüzyılın ortalarından itibaren zekâ testleri kültürel bir hiyerarşi aracına dönüştü. Raymond Cattell’in sıvı ve kristalize zekâ ayrımı, Howard Gardner’ın çoklu zekâ kuramı veya Robert Sternberg’in üçlü zekâ modeli gibi yaklaşımlar, zekânın tekil bir sayıdan ibaret olmadığını ortaya koydu. Dolayısıyla zekâyı bir “kişilik kusuru” olarak tanımlamak, hem kavramsal hem de metodolojik açıdan hatalıdır.

Baltaş’ın yorumunda dikkat çeken bir diğer problem, gözlem ile nedensellik arasındaki karışıklıktır. Gürkan'ın “Üniversitede dahi hocalarım vardı ama evlilikleri kötüydü, alkol sorunu yaşıyorlardı” ifadesi, zekânın kişisel mutluluk veya psikolojik dengeyle doğrudan bağlantılı olduğu varsayımına dayanır. Oysa araştırmalar, yüksek bilişsel kapasiteye sahip bireylerin genellikle çevrelerinden duygusal olarak daha az doyum aldıklarını, çünkü sosyal normlarla çatışma eğiliminde olduklarını göstermektedir (Nettle, 2017). Bu çatışma, zihinlerinin hızından değil, çevreyle uyumsuz değer sistemlerinden kaynaklanır. Zekâ, bireyi topluma “uyumlu” değil, “sorgulayıcı” hale getirir; bu da konformist toplumlarda bir lanet gibi görünür. Baltaş’ın “zekâ lanettir” ifadesi, bu toplumsal rahatsızlığı bireyin patolojisi gibi sunar.

Zekâ ve alkol bağımlılığı arasında nedensel bir ilişki bulunduğuna dair bilimsel kanıt yoktur. Popüler söylemlerde sıkça yinelenen “zeki insanlar daha çok içer” veya “yaratıcı zihinler bağımlılığa yatkındır” iddiaları, çoğunlukla seçici gözleme ve anekdotal örneklere dayanır. Akademik literatür ise bu ilişkinin çok daha karmaşık olduğunu göstermektedir.

Waldman, Nicholson ve Adilov’un (2011) İngiltere’de yürüttüğü 17.000 kişilik uzunlamasına araştırma, çocuklukta ölçülen IQ düzeyinin yetişkinlikte alkol tüketimiyle pozitif korelasyon gösterdiğini bulmuştur; ancak bu korelasyonun yönü açıklayıcı değildir. Yani yüksek IQ’lu bireylerin daha fazla alkol tüketmeleri, onların “bağımlı” olduğu anlamına gelmez. Araştırmacılar bu ilişkiyi sosyoekonomik statü, kültürel alışkanlıklar ve sosyal katılım düzeyleriyle açıklamıştır: yüksek eğitim ve gelir düzeyine sahip bireyler, alkolü sosyal bağlamda daha sık tüketmektedir. Dolayısıyla bu ilişki, bağımlılıktan çok yaşam tarzı göstergesidir.

Diğer yandan, Finlandiya ve ABD’de yürütülen nöropsikiyatrik çalışmalar (Pulkkinen et al., 2009; White et al., 2015) bilişsel kapasite ile bağımlılık arasındaki bağlantının genetikten ziyade çevresel faktörlerle belirlendiğini ortaya koymuştur. Özellikle stres yönetimi, duygusal regülasyon ve sosyal destek ağları yetersiz olan bireylerde, bilişsel düzey ne olursa olsun madde kullanım riski artmaktadır. Bu bulgular, duygusal zekânın bağımlılıktan koruyucu bir etken olduğunu göstermektedir (Trinidad & Johnson, 2002).

Zekâ, bağımlılıktan koruyan ya da bağımlılığı tetikleyen bir faktör değildir; yalnızca bireyin deneyimleriyle başa çıkma biçimlerinden biridir. Bilişsel kapasitesi yüksek birey, duygusal farkındalıkla desteklenmediğinde, içsel stresini rasyonelleştirme yoluna gidebilir — bu da alkolü bir “kaçış aracı” olarak değil, “kendini susturma” biçimi olarak kullanmasına neden olur. Ancak bu, zekânın değil, duygu düzenleme mekanizmalarının işlevsizliğidir. Başka bir ifadeyle, “dâhi ama alkolik” imgesi biyolojik ya da psikolojik bir zorunluluk değil, romantize edilmiş bir kültürel efsanedir.

Zekânın doğası gereği, birey hataları fark etmeye eğilimlidir. Dunning ve Kruger (1999) tarafından geliştirilen ünlü model, düşük yetkinlikteki bireylerin kendi yetersizliklerini fark edememelerini, yüksek yetkinlikteki bireylerin ise başkalarının bilgi eksikliğini hafife almamalarına rağmen sürekli yanlış anlaşılmalarını açıklar. Yani zeki insanlar çoğu zaman kibirli değil, “yorgundur.” Baltaş’ın bahsettiği “aptallarla çalışmam” tepkisi çoğu zaman kibirden değil, bilişsel uyumsuzluk ve iletişimsel tükenmeden doğar. Ayrıca bunu sadece zeki insanlar söylüyor da diyemeyiz. Farklı hızda düşünen bireylerin ortak problem çözme süreçlerinde yaşadığı gerilim, sosyal psikolojide “bilişsel asenkroni” olarak tanımlanır (Kaufman & Gregoire, 2015). Bu durumun patolojik değil, çevresel olduğunu anlamadan zekâyı karakter sorunu gibi sunmak, popüler psikolojinin en yaygın tuzağıdır.

Zekâya ilişkin güncel nörobilim araştırmaları, entelektüel kapasitenin öz güvenle değil, bilişsel esneklikle ilişkilendiğini göstermektedir. Jung ve Haier’in (2007) fMRI çalışmaları, yüksek IQ’lu bireylerin beyinlerinde bilgi işleme süreçlerinin belirli bölgelerde yoğunlaşmadığını, aksine daha verimli bir ağ koordinasyonu sergilediklerini ortaya koymuştur. Bu da zekânın “fazla düşünme” değil, “verimli düşünme” anlamına geldiğini gösterir. Ancak bu verimlilik, bireyi her zaman sosyal olarak kabul edilebilir davranışlara yönlendirmez. Çünkü toplumsal zekâ (ya da duygusal zekâ) ayrı bir yapıdır. Daniel Goleman’ın (1995) kavramsallaştırdığı duygusal zekâ, kişinin kendi duygularını tanıma, başkalarının duygularını okuma ve sosyal ilişkilerde uyum sağlama kapasitesini ifade eder. Bu iki zeka türü arasında denge kuramayan birey, çevresi tarafından “soğuk”, “kibirli” veya “kendine fazla güvenen” biri olarak algılanabilir.

Aslında Baltaş’ın ele aldığı “aşırı güven” meselesi, psikolojide “illusory superiority” olarak bilinen bilişsel yanlılıktır. Bu yanlılık, yalnızca zeki insanlarda değil, tüm bireylerde görülür. İnsan zihni, kendine ilişkin değerlendirmelerde ortalamanın üzerinde olma eğilimindedir (Alicke & Govorun, 2005). Zeki bireylerde bu yanlılık bazen farklı biçimlerde ortaya çıkar: Çünkü onlar yalnızca bilgiye değil, kendi düşünme biçimlerine de güvenirler. Ancak bu güvenin patolojik olup olmadığını anlamak için “metabilişsel farkındalık” düzeyine bakmak gerekir. Gerçek anlamda zeki birey, düşünme süreçlerinin hatalı olabileceğini bilir; bu nedenle kendi bilgisini sürekli test eder. Bu tür bir öz eleştirel zekâ, Baltaş’ın tarif ettiği savunmacı zekâdan tamamen farklıdır.

Zekâyı yalnızca “bireysel performans” olarak görmek de yanıltıcıdır. Pierre Bourdieu, Distinction (1979) adlı eserinde bilişsel üstünlüğün kültürel sermaye biçiminde yeniden üretildiğini, “zeki” olarak tanımlanan bireylerin genellikle belirli sınıfsal ve dilsel kodları içselleştirmiş kişiler olduğunu söyler. Dolayısıyla “zekâ” toplumsal bağlamda da tanımlanır. Baltaş’ın yorumundaki elitist ton, aslında bu yapısal bağlamı göz ardı eder. “Aptallarla çalışmam” cümlesi, zekâdan çok sosyal sermayenin kırılganlığını yansıtır. Zekâ lanet değildir; fakat toplum, belirli zihin biçimlerini ödüllendirip diğerlerini değersizleştirdiği sürece, zeki bireyler “uyumsuz” görünür. Toplumun bu uyumsuzluğa verdiği ceza, yalnızlık ve damgalanmadır.

Zekâ aynı zamanda ahlaki bir kapasite değildir. Tarih boyunca yüksek bilişsel düzeydeki birçok kişi, etik açıdan sorunlu davranışlar sergilemiştir. Nazi Almanyası’nda üniversite profesörlerinin yüzde 45’inin Nazi Partisi üyesi olması, zekânın vicdanla eş anlamlı olmadığını göstermiştir (Goldhagen, 1996). Bu örnek, zekânın yönlendirildiği ideolojik çerçevenin belirleyici olduğunu kanıtlar. Baltaş’ın “zekâ lanet olabilir” tespiti, bu tarihsel gerçekliği bireysel kusura indirger. Oysa asıl lanet, zekânın etik rehberlikten koparıldığı sistemlerdir. Zeki birey, eğer eleştirel düşünme, empati ve sorumluluk bilinciyle donatılmamışsa, entelektüel araçlarını yıkım için kullanabilir. Bu noktada mesele zekâ değil, yönelimdir.

Zekânın sosyal boyutları da göz ardı edilemez. “Zeki ama başarısız” ya da “akıllı ama mutsuz” klişeleri, başarı ve mutluluk kavramlarının kültürel kodlarla tanımlanmasından doğar. Batı-merkezli toplumlarda zekâ, ekonomik verimlilikle ölçülür; doğu toplumlarında ise uyum ve saygı kriterleriyle. Bu nedenle “zeki insanların evlilikleri kötü” tespiti, aslında toplumsal normlara uymayan bireylerin cezalandırılmasıdır. Zeki bireyler genellikle içsel motivasyonla hareket eder ve dışsal ödüllerle motive olmaz (Ryan & Deci, 2000). Bu da onları geleneksel ilişkilerde “soğuk” veya “bencil” gösterebilir. Ancak burada ölçülen şey zekâ değil, değer sistemidir.

Zekâ araştırmalarının son on yılında en çok öne çıkan kavramlardan biri “bilişsel alçakgönüllülük”tür. Leary ve arkadaşlarının (2017) tanımladığı bu kavram, bireyin kendi bilgi sınırlarının farkında olmasını, yanılabileceğini kabul etmesini ve yeni bilgiyi tehdit olarak değil, fırsat olarak görmesini ifade eder. Gerçek anlamda zeki birey, mutlak doğruya değil, doğruya yaklaşma sürecine değer verir. Baltaş’ın “zeki insanlar hatalı çözümleri iyi savunur” gözlemi, bu farkındalığın eksik olduğu durumlara işaret eder; ancak bu eksikliği zekânın doğasına değil, eğitim ve kültürel faktörlere bağlamak gerekir. Türkiye’de eğitim sistemi, sorgulamayı değil savunmayı öğretir; bu yüzden yüksek bilişsel kapasiteye sahip bireyler bile retoriksel becerilerini “kendini haklı çıkarma” yönünde kullanır. Bu durum zekânın değil, pedagojik formasyonun yetersizliği olabilir ama gördüğünüz gibi söylenmez.

Sonuç olarak zekâ, lanet değildir; ancak yanlış anlaşıldığında lanete dönüşebilir. Zeki bireyleri kibirli, yalnız, alkolik veya başarısız olarak etiketlemek, hem bilimsel hem de etik açıdan indirgemeci bir tutumdur. Gerçek zekâ, kendi yanılgılarını görebilen, öğrenme sürecine sürekli açık olan, düşüncelerini mutlaklaştırmayan bir bilinç halidir. Zekâyı “iyi” ya da “kötü” olarak sınıflandırmak yerine, onu toplumsal ve bilişsel ekosistemin bir parçası olarak anlamak gerekir. Çünkü zekâ, bir statü değil, bir süreçtir — ve bu süreci anlamayan toplumlar, en parlak zihinlerini bile susturmayı meziyet sayar. Bunu da hiç utanmadan bilim yoluyla yapabilirler, bunu yapan da bir zekadır.

Alicke, M. D., & Govorun, O. (2005). The better-than-average effect. In M. D. Alicke, D. Dunning, & J. I. Krueger (Eds.), The self in social judgment (pp. 85–106). Psychology Press.
Bourdieu, P. (1979). Distinction: A social critique of the judgement of taste. Harvard University Press.
Dunning, D., & Kruger, J. (1999). Unskilled and unaware of it: How difficulties in recognizing one's own incompetence lead to inflated self-assessments. Journal of Personality and Social Psychology, 77(6), 1121–1134.
Goleman, D. (1995). Emotional intelligence. Bantam Books.
Goldhagen, D. J. (1996). Hitler’s willing executioners: Ordinary Germans and the Holocaust. Knopf.
Jung, R. E., & Haier, R. J. (2007). The parieto-frontal integration theory (P-FIT) of intelligence: Converging neuroimaging evidence. Behavioral and Brain Sciences, 30(2), 135–154.
Kaufman, S. B., & Gregoire, C. (2015). Wired to create: Unraveling the mysteries of the creative mind. Perigee.
Leary, M. R., Diebels, K. J., Davisson, E. K., Jongman-Sereno, K. P., Isherwood, J. C., Raimi, K. T., … & Hoyle, R. H. (2017). Cognitive and interpersonal features of intellectual humility. Personality and Social Psychology Bulletin, 43(6), 793–813.
Nettle, D. (2017). Personality: What makes you the way you are. Oxford University Press.
Ryan, R. M., & Deci, E. L. (2000). Self-determination theory and the facilitation of intrinsic motivation, social development, and well-being. American Psychologist, 55(1), 68–78.
Sternberg, R. J. (1985). Beyond IQ: A triarchic theory of human intelligence. Cambridge University Press.

Read more

Kadınlığın Rengi: Marilyn Monroe ve Sarışınlık Dininin Doğuşu

Kadınlığın Rengi: Marilyn Monroe ve Sarışınlık Dininin Doğuşu

Norma Jeane Mortenson, 1946’da saçlarını platine boyadığında yalnızca kimliğini değil, kadınlığın endüstriyel standardını da yeniden icat etti. Hollywood o anda yeni bir tanrıça yarattı: Marilyn Monroe. O günden itibaren milyonlarca kadın saçlarını sarıya boyarken aslında boyadığı şey saçları değil; kendini toplumsal onay için boyadı. Monroe yalnızca bir aktris değil,

By Daphne Emiroğlu