Satıh hâlâ müdafaaya muhtaçtır.

Satıh hâlâ müdafaaya muhtaçtır.
Photo by Nadine Marfurt on Unsplash

Mustafa Kemal Atatürk’ün Sakarya Meydan Muharebesi sırasında söylediği “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır; o satıh bütün vatandır” sözü, yalnızca bir savaş stratejisinin özeti değil, bir milletin varoluşsal mücadelesini ifade eden tarihî ve felsefî bir bildiridir. Yüzeyde bu cümle, belirli bir cephe hattının savunulmasından vazgeçilip, topyekûn direniş anlayışının benimsendiğini ifade eder. Ancak bu sözün içerdiği anlam, yalnızca askeri alana değil; siyasal, sosyolojik ve kültürel alanlara da sirayet etmektedir. Zira bu ifade, bir coğrafyayı değil, bir ruhu ve duruşu savunmayı hedefler. Zira bir milletin varlığı yalnızca sınırlarla çizilmiş topraklara değil, o topraklarda yeşeren ortak ruha ve kolektif duruşa bağlıdır. Ruh, bir halkın yaşama iradesini, özgürlük tutkusunu, adalet duygusunu ve tarihsel hafızasını kapsar; duruş ise bu değerlerin tehdit altında olduğu anlarda gösterilen dirençtir. Ruh; dilde, ezgide, ağıtta, isyanda ve duada görünür hale gelir. Duruş ise susmayan bir vicdan, eğilmeyen bir baş ve teslim alınamayan bir bilinçtir. Ruh çökerse, toprak vatan olmaktan çıkar. Duruş biterse, halk kalabalığa dönüşür. İşte bu yüzden Atatürk’ün sözünü ettiği “satıh”, yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda zihinsel ve duygusal bir alandır. O satıh üzerinde duranlar sadece bedenleriyle değil, ruhları ve inançlarıyla da müdafaa halindedir.

Burada söylemeden edemeyeceğim, her unutulan türkü, her halk manisi, her halk hikayesi o halkın kaybıdır. Kendi oturduğun toprağın altını oymak gibidir bu. Özünü yitiren her gelenek... Senden öncekilerin acılarını, mutluluklarını, müziğini, sözünü unuttuğun an geriye toz yığını kalır. Şaşkın bir kalabalık belki de... Birbirine ne yapacaklarını soran insanlar....15 yaşına gelmiş bir çocuğun Sabahattin Ali'yi, Orhan Veli'yi, Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nu bilmemesi ruhun kaybıdır. Daha bir çok şeyi bu listeye ekleyebilirsiniz.

1921 yılında Yunan kuvvetleri Ankara’ya yaklaşırken, Türk ordusu Sakarya Nehri’nin doğusuna çekilmişti. Asker sayısı azalmış, cephane kıtlaşmış, halk yorgun düşmüştü. Bu koşullarda Atatürk, klasik savaş stratejilerinin sınırlarına gelindiğini tespit ederek, düşmanı bir “hatta” karşılayarak savunmanın yetersiz kalacağını belirtti. “Satıh” kelimesi, burada savaşın artık tüm ülkeye yayılacağını ve yalnızca ordunun değil, milletin tüm fertlerinin direnişe katılacağını ima eder. Bu, modern savaşlarda görülen mobil ve esnek savunma stratejilerinin habercisidir. Ancak Atatürk’ün sözündeki derinlik, yalnızca bir savaş taktiği önermesinden ibaret değildir; bu ifade, vatanın yalnızca bir harita üzerinde çizilmiş sınırlarla değil, orada yaşayan halkın iradesiyle anlam kazandığını ilan eder.

Vatan burada yalnızca bir kara parçası değil, aynı zamanda o topraklar üzerinde yükselen tüm insani değerlerin, kültürün, bağımsızlık düşüncesinin ve özgürlük arzusunun toplamıdır. O nedenle “sathı müdafaa”, toprak kadar anlamın da müdafaasını gerektirir. Bu bağlamda, Atatürk’ün bu sözü, halkın bir bütün olarak savaşın ve kurtuluşun öznesi haline geldiği bir kırılma anını temsil eder. Savunma, artık yalnızca ordunun değil; çiftçinin, öğrencinin, kadının, çocuğun, öğretmenin, yazarın, işçinin de görevi haline gelir. Çünkü düşman yalnızca dışarıdan gelen bir ordu değildir; aynı zamanda bağımsızlığı gasp eden, iradeyi ezen, halkın yaşama hakkını ve onurunu tehdit eden her unsurdur. Bu tehditlere karşı verilen mücadele, artık bir vatan savunmasıdır.

Bu sözün yankısı, Cumhuriyet’in inşasında da hissedilir. Zira Kurtuluş Savaşı yalnızca bir askeri zafer değil, aynı zamanda halk egemenliğine dayanan bir ulus-devletin inşa sürecidir. Atatürk’ün burada dile getirdiği müdafaa, egemenliğin halka geçmesiyle taçlanır. “Sathı müdafaa” anlayışı, yalnızca savaşın bir stratejisi değil; barışta da, eğitimde, hukukta, üretimde, kültürde sürdürülecek bir direnişin ilk adımıdır. Bu yüzden günümüzde bu söz, yalnızca tarih kitaplarında bir alıntı olarak değil, demokrasinin, adaletin, laikliğin ve özgürlüğün korunması gerektiği her anda tekrar tekrar hatırlanması gereken bir düstur olarak karşımıza çıkar.

Ancak zamanla bu sözün ironik bir versiyonu da ortaya çıkmıştır: “Hattı müdafaa yoktur, sattı müdafaa vardır.” Bu ifade, özellikle Cumhuriyet değerlerinin ve kamusal kaynakların özelleştirme politikalarıyla elden çıkarılmasına karşı bir eleştiri olarak doğmuştur. Kamuya ait arazilerin, ormanların, limanların, madenlerin, eğitim ve sağlık gibi temel hizmetlerin piyasa koşullarına teslim edilmesi; sadece ekonomik değil, ideolojik bir müdafaanın terk edildiğine işaret eder. Böylece satıh, yani bütün vatan; müdafaa edilmesi gereken bir bütün olmaktan çıkartılıp, parça parça satılabilir bir meta haline gelir. Bu da aslında Atatürk’ün uyarısının ne denli tarihsel bir öngörü olduğunu gösterir: Vatan sadece coğrafya değil, onun üzerine kurulu değerlerdir. Bu değerler çökerse, harita üzerinde bir ülkenin kalmış olması, o ülkenin yaşadığı anlamına gelmez.

Değerlerinden vazgeçenlerin hayatta neler yapabildiğini sanırım biliyorsunuzdur. Karanlık yollar, loş zihinler onlar için... Kendi değerlerinizi düşünün. Evrensel kabul edilen değerlere çoğumuz sahibiz ama kendi varlığımızı ayakta tutan bir çok değerimiz var. Kimileri sadece kendi varlığımız için çok önemli. "Kırmızı çizgileriniz" geçildiğinde başınıza ne geldiğini düşünün... Çoğu insan o çizginin ikinci kez geçilmesine izin vermez. Hoşgörüsüz, toleranssız, öfkeli olduğu için değil, kendi varlığının bir parçası yok sayıldığı ve buna izin verirse, diğer kırmızı çizgilerinin de geçileceğini bildiğinden... Hiç kimse artık kendisi olmadığı, olamadığı bir dünyada yaşamını neşe ve huzur içinde devam ettiremez.

Bugün demokratik hakları savunan bir gazeteci, kadına yönelik şiddete karşı çıkan bir aktivist, bilimsel eğitimi savunan bir akademisyen ya da hukukun üstünlüğünü talep eden bir yurttaş; işte bu satıh üzerindeki yeni müdafiilerdir. Çünkü bu duruma gelindiğinde, savaş artık sadece cephede değil, fikirde, dilde, hukukta ve vicdanda verilmektedir. Dolayısıyla Atatürk’ün sözü bugün de geçerliliğini korumakta; yeni anlam katmanlarıyla birlikte yeniden yazılmakta ve yaşanmaktadır. Neredeyse dünyanın tamamında üstelik...

Sonuç olarak “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır; o satıh bütün vatandır” sözü, yalnızca bir savaş komutası değil, bir milletin kendi kaderini belirleme iradesinin ve özgürlüğe olan bağlılığının sembolüdür. Bu satıh, yalnızca dağlar, ovalar, şehirler değil; aynı zamanda akıl, vicdan, dil ve duruştur. Ve bu satıh, hâlâ müdafaaya muhtaçtır.


Kaynakça

  • Atatürk, M. K. (1927). Nutuk. Türk Tarih Kurumu Yayınları.
  • Mango, A. (2000). Atatürk: The Biography of the Founder of Modern Turkey. Overlook Press.
  • Zürcher, E. J. (2004). Turkey: A Modern History. I.B. Tauris.
  • Kinross, L. (1964). Atatürk: The Rebirth of a Nation. Phoenix Press.
  • Altan, M. (2010). “Kurtuluş Savaşı’nda Askeri Stratejiler.” Tarih ve Toplum, 21(4), 75-89.

Read more

Suçun Zinciri: Stalin ve İktidarın Suça Bulaştırma Mekanizması

Suçun Zinciri: Stalin ve İktidarın Suça Bulaştırma Mekanizması

Suça bulaştırma, iktidar sahiplerinin çevrelerini kendilerine bağımlı kılmak için kullandıkları en etkili stratejilerden biridir. Bu mekanizma yalnızca bireyleri değil, bütün bir toplumsal yapıyı iktidara bağlayan gizli bir sözleşme işlevi görür. İktidar, çevresine sunduğu haksız ayrıcalıklarla, küçük çıkarlarla ve zorunlu imzalarla insanları suça ortak eder, ardından bu ortaklığı bir koz olarak

By Daphne Emiroğlu
Tanrı Tarihi #30 - Quakerların Doğuşu ve Mirası

Tanrı Tarihi #30 - Quakerların Doğuşu ve Mirası

Onyedinci yüzyıl İngiltere’sinin siyasal, dini ve toplumsal çalkantıları arasında ortaya çıkan Quaker hareketi ya da kendi tercih ettikleri isimle “Dostlar Cemaati”, Avrupa’nın din tarihinde alışılmadık bir sayfa açtı. George Fox’un genç yaşta yaşadığı dinsel arayışlardan doğan bu hareket, Hıristiyanlığın kurumsallaşmış yapılarına, unvanlara, merasimlere, hiyerarşik otoriteye ve kilise

By Daphne Emiroğlu
Tanrı Tarihi #29 - Canavarın Kellesi: Din, Entrika ve Ortaçağ Mizahı

Tanrı Tarihi #29 - Canavarın Kellesi: Din, Entrika ve Ortaçağ Mizahı

Ortaçağ Avrupa’sında kraliçe olmanın bedeli, bugünün magazin dünyasında Instagram fenomeni olmanın bin kat üstüydü; çünkü “unfollow” yoktu, doğrudan kafanı gövdenden ayırıyorlardı. İskoçya Kraliçesi Mary Stuart’ın hikâyesi de bunun en kanlı, en absürt ve en kara mizah malzemesi bol örneklerinden biri. Mary, 1542’de doğar doğmaz babasını kaybetti, yani

By Daphne Emiroğlu