Suat, Sakıncalıydın

Suat, Sakıncalıydın

Bazı hayatlar içinde bir çok hikaye saklar. Bu hayatları incelemeye başladığında adeta bir masalın içinde gezintiye çıkmış olursunuz. Kötüler ve iyiler her köşe başından beklenmedik anda çıkar. Birden akış değişir. Kimimiz için korkunç, kimimiz için ilham verici, kimimiz için ağır hale gelir.

İşte böyle birine sesleneceğiz. Suat, sana. Sen ki bizim kahramanlarımızdan birisin.Kadın kahramanlarımızdan biri…

İyi şairler ruhun esansını yakalarlar. Sen de öyle birisin Suat. Nazım Hikmet’in senin için yazdığı şiirin manası seni tanıdıkça daha iyi anlaşılıyor. Nazım hem senin çocukluk arkadaşın hem de ilk aşkındı ve daha sonra ona kızıp azarlayacaktın. Nazım 1918 yılında sana “Gölgesi” adlı şiiri yazdı ve biz de senin gururunu ve gücünü öğrendik. Suat sen gerçekten de “ağlasa da gözyaşlarını gizleyen” türden birisin. Bunu herkese göstereceksin. Nazım senin için “Bir kere eğemedim bu kadının başını” derken aslında kimsenin eğemeyeceğini de bize anlatmış oldu. Aslında şiir bir yandan da şaşırtıcı şekilde senin geleceğini anlatıyor.

GÖLGESİ

Ağlasada gizliyor gözlerinin yaşını;
Bir kere eğemedim bu kadının başını.
Kaç kere sürükledi gururumu ölüme
Fırtınalar yaratan benim coşkun gönlüme.
Cevapları öyle heycansız ki onun,
Kaç kere iman ettim, hiçliğine ruhunun.
Kaç kere hissettim ki, yine bu gece gibi
Güzelliğin önünde, dolup, çarpmalı kalbi
Ne mehtabın aksine yelken açan bir sandal
Ne de ayaklarında kırılan ince bir dal
Onun taştan kalbini sevdaya koşturmuyor.
Bir çiçeğin önünde bir dakkika durmuyor…

Dönüyoruz yine biz uzun bir gezintiden
Gönlümün elemini döküyorken ona ben
O bana kendisini gülerek naklediyor
diyor.
Ya bu kadın delidir, yahut ben çıldırmışım
Ben ki bir çok kereler kırılmışım, kırmışım
Ömrümde duymamıştım böyle derin bir acı
Birden onun yüzüne haykırma ihtiyacı
İçimde alev alev tutuştu yangın gibi
Bir dakika kendimin olamadım sahibi
Hiç olmazsa öcümü böyle alırım dedim
Yolda mağrur duran gölgesini çiğnedim.

Nazım Hikmet

Suat sen hep akıntıya karşı yüzdün. Senin zamanında kadınların olmadığı gazetecilik camiasındaki bir yazardın. Emekçi bir sosyalist olarak güçlü kadınlar yarattın, işte bu akıntının tam tersiydi. Ama tıpkı şiirdeki gibi başını hiç eğmedin ve şaşırttın. O yüzden arkadan ileri geri konuştular. Kadınların arkasından konuşulmasına dünya hala alışkın. Çılgın Gibi romanında yarattığın Celile gibi toplumda dışlandın. Sana olan hayranlığımız her dönemin insanı olmaman. Suat , sen asalak değildin. Oysa dünya çok asalak görmüştü ve senden sonra da görecekti. Şu anda asalaklar hala yaşıyor. Yeni Edebiyat Dergisi’ni kim çıkarttı? Sen değil miydin o? Ama kimse bilmedi adını. Nazım, Sabahattin ali, Tanpınar, Atilla İlhan’ı bir araya getiren sendin bu dergi için. Evet, kimse bilmedi. Hala da birçok insan adını bilmez. Tüm bu isimlerin yanında sönmüş bir yıldız yaptılar seni Suat.

Yazdığın romanlar, dönemin ruhunu çok samimi ve detaylı bir şekilde yansıttın. Gazeteciliğin de cesur ve insancıldı. Suat şimdi bize söylesene, eğilip bükülmezliğin mi seni görünmez yaptı? Bir çok romanın basıldıktan sonra unutulacak. 2010’lu yıllar da seni keşfedip, bazı romanlarını tekrar basacaklar. Fosforlu Cevriye’yi herkes bilecek ama senin adını senden sonraki nesiller pek öğrenemeyecekler. Hala bir çok insan yeni yeni öğreniyor. Bizim buralarda eğitim de ayaklar altında artık. Daha çok “eğim sistemi” diyebiliriz.

İsimler kaderi belirler derler. 1900’lerde doğan bir kıza Suat adının verilmesi manidardır belki de. Baban çok sevilen bir kadın doktoru idi ve aynı zamanda İsmail Derviş Darülfünun’un kurucularından kimyager Müşir Derviş Paşa’nın oğluydu. Annen Çerkez güzeli Hesna Hanım’dı. İlk kızları Hamiyet’ten sonra sen doğdun ve sana mutluluk anlamına gelen Suat adını koydular. Sert mizaçlı imamları bunun erkek ismi olduğunu söyleyip karşı çıktı. Ve adını kayıtlarda Saadet olarak geçirdiler. Ama herkes sana Suat diyecekti. Doğum tarihinle ilgili muammanın bile bu nemrut hoca yüzünden olduğunu zannediyoruz. Hocaların çoğu hala nemrut. Hiç merak etme.

Annen seni Notre Dame de Sion’da okutmak ister, fakat deden karşı çıkar ve kızkardeşinle birlikte evde özel hocalardan ders alırsın. Baban Jön Türk felsefesine sempati duyardı, annen de bir saraylıydı ama muhalifti. Kim bilir belki de annene çektin?

Annen ve baban o zamanki ebeveynlere benzemiyordu. Diğer ailelerinin aksine kız kardeşini ve seni rahat bırakmışlardı. Ayrıca Fansızca, felsefe, mantık ve Farsça ile çok küçük yaşta henüz çocukken tanışmıştınız ve dersler almıştınız. Resim sergilerine ve tiyatroya tek başınıza gitmenize izin veriyorlardı. Bugün tiyatro ya da müzeyle hiç ilgilenmeyen milyonlarca kadın var. İşte bu özgürlük seni boyun eğmez biri yaptı Suat! Özgürlük harika bir şeydir, bir kez tadına vardın mı bir daha kimseye teslim etmek istemezsin. Sonra memleketin çalkalandığı günler geldi. 31 Mart gecesini hatırlıyor musun? Konağınıza saldırdılar. Baban İttihatçıydı. Ayaklanma kısa sürdü ama senin ruhuna işledi. Yine de çocukluğun refah içinde bir Moda’da konakta, yaz ayları da Küçük Çamlıca’daki köşkte geçti. Fakat Osmanlı İmparatorluğu parçalanacaktı ve senin henüz haberin yoktu. Yıkılma arefesindeki bir imparatorlukta yaşıyordun.

Doktor babanla beraber Kadırga Hastanesi’nde çalıştığın zamanlar. Haftada iki gün. Yaralılar kitap okumaktı görevin ve onların mektuplarını yazmak. Birinci Dünya Savaşı’nda ülkeyi terk eden özel hocalar yüzünden baban seni okula yazdırdı ve sen artık yazar olmak istediğini biliyordun. Sen zaten “Çamlıca Perisi” ni yedi yaşında yazmıştın. İlk makalen 25 Ocak 1919 yılında İleri Gazetesi’nde yayınlandı: Anadolu Kadınlarımız. İlk şiirin de Nazım Hikmet sayesinde basıldı. Ama sen Nazım’a çok kızdın.

Nazım Hikmet çocukluk arkadaşındı. Çat kapı sizin eve gelebilir. Arkadaşlık böyle bir şey değil mi zaten? İşte yine öyle bir gündü, hatırlıyor musun? Nazım Hikmet sizin misafir odasında bir deste kağıt görür Bunların arasında 19 yaşındaki Suat’ın Hezeyan adı şiiri de vardır. Annen Hesna Hanım, Nazım’a şiiri alması için izin verdi. Çünkü Nazım şiirini dostlarına göstermek istiyordu. Suat! Seni sinirlendireceklerdi, hem de çok sinirlendireceklerdi. Şiirin Alemdar Dergisi’nde Yusuf Ziyat Ortaç’ın geleceğin şair ve yazarını takdim eden yazısıyla birlikte yayınlandı. Nazım dergiyi hemen alıp sizin eve koşmuştu, sevinçle sana gösterdi.

“Seni ilgilendirmeyen konulara burnunu sokuyorsun”

Evet böyle dedin. “Seni ilgilendirmeyen konulara burnunu sokuyorsun”

Ah be Suat! Gerçekten de kim senin başını eğebilir …

Kapıyı vurup odadan çıktın. İnan hepimiz Nazım Hikmet’in yüzünü görmek isterdik. Şimdi gerçeğe dönelim. Şiirin basıldığı için sevinmiştin. Bunu yıllar sonra itiraf edeceksin. Senden izin alınmadan yapılan şey ve şiirin duygusallığının da etkisiyle, bu sürpriz seni sevindirse de bir yandan da çıplak hissettirdi. O günden sonra yazıların pek çok yerde yayımlanmaya başladı. İlk şiirinden sonra Mehmet Rauf senin için “ Hassas bir ruha sahip ve olgun bir müellifin habercisi” demişti. Öyle de olacaktı.

Zevkten, eğlenceden, ümitten, gayeden uzak yaşıyorum. O kadar yalnız ve boşum ki… Ne kalbimi tatlı, geçici bir heyecana uğratan küçük, munis bir sevgili, ne bütün mevcudiyetimi sarsarak beni sarhoş eden bir aşk ne de sükûn ve teselli veren fırtınasız, saf bir merbutiyet.

Kimseyi sevmiyorum veya herkese karşı muhabbetle doluyum. Fakat ruhumda birbirinden ayırdığım, birbirinden kuvvetli bulduğum hiçbir bağ yok.

Bu pek feci, pek merhametsiz ve pek iğrenç bir lakaydi. Aşka, emele, gözyaşına, tebessüme, ıstıraba karşı daima hiç mütehassis olmayan, sefil, hevessiz bir kalp taşıyorum. Cinayet, kabahat, saadet, eğlence, elem… Bence hepsi bu! Artık her şeyden şüphe ediyorum, hatta kendimden, gördüklerimden, duyduklarımdan, mevcudiyetimden bile… Yaşamak ancak kolay, tatlı, saf bir inanmakla mümkün… Halbuki benim için her şey müphem, karanlık… Her gün hayattan biraz daha soğuyor, her gün biraz daha boşalıyorum. Gece gündüz beni saran bu boşlukta tutunacak, dayanacak bir yer bulamıyorum. Göğsümün altında mezar taşından bir kalp var ki oradan taşan soğukluk bütün mevcudiyetimi donduruyor! Şimdiden sonra hiçbir humma ile, hiçbir ateşle ısınamamaktan korkuyorum ve işte o dakikalarda beni bu müthiş acıdan kurtaracak ölümü aşkla istiyorum. Fakat ismi henüz dudaklarımdayken benliğim sarsılıyor. Ne olduğunu bilemediğim karanlık ve meçhul ölüme karşı ruhumda her gün daha kuvvetlenen garip, korkunç bir his var! Ölüm nedir? Acaba kalp sustuğu anda her şey bitiyor mu? Yoksa ruh için yeni ve ebedi bir hayat, nihayetsiz bir azap devresi mi başlıyor? Ben ikincisinden de çok ama pek çok çekiniyorum.

Fakat niçin? Ölüm, yaşayan bir vücutta ölü bir ruh taşımaktan daha mı korkunç? Yoksa bütün yazdıklarım, düşündüklerim hep yalan mı? Acaba hâlâ benim itikadım, aşkım ve emelim var mı? Öyle olmasa niçin içinde süründüğüm bu boşlukta ölüm denilen, bundan daha çok müphem olmayan bir diğer boşluktan korkayım?

Hala… Hala beni bu dünyaya bağlayan rabıtalar var mı? Şimdi anlıyorum, yalan söylemişim, yalan düşünmüşüm… Mümkün mü bu kadar genç iken… Damarlarımda bu kadar genç bir kan dolaşırken… Hayır, ben zannettiğim gibi manen ölmedim. Ne ziyanı var, bir hakikati sevmiyorsam bile bütün hakikatlerden daha hakiki, daha büyük ve temiz bir hatırayı, bir hayali seviyorum. Yaşadığım günlere merbut olmasam bile onlardan çok mübarek bir maziye aitim. Kalbimdeki ateş biraz küllü, fakat biraz eşeleyince… Ben o ateşi bir Mecusi nasıl nar-ı mukaddesi muhafaza eder, onu nasıl zevkle, hürmetle saklarsa öyle saklarım. Hayatta bir kere tesadüf olunan gönül-i ilahinin gözlerinden dökülen kıvılcımlarla tutuşan bu ateş… Ancak benim son nefesim, ancak benim bütün mevcudiyetimle sönmelidir.

Yalan… Yalan… Ben boşluktan, ben heyecansızlıktan, ben karanlıktan şikâyet etmedim. Benim hayalimin, benim hiçliğimin bilseniz ne ilahi, ne nurlu bir âlemi var. Onun kendine mahsus hala ne fırtınaları, ne emelleri, ne zevkleri, ne ilhamları var! Yalan söyledim diyorum! Benim aşkım, heyecanım, gayem, dinim… Her şeyim var. Ve hepsi de bu hiçte… Bu hiç olmuş, bitmiş, eskimiş, yıpranmış mazide! Hepsi de bu kül tutmuş ateşte. Hepsi de ruhumun, dimağımın, asabımın hakimi olan bir tek aşkta.

Bu akşam sarhoşum… Bu akşam deliyim. Hezeyan ediyorum, hezeyan, hezeyan!

Alemdar, 3 Ekim 1920. Bu mensure “Suat Derviş Hanımefendi, kadınlık âleminin cidden iftihar edebileceği, ruhu kadar tetebbuatı da geniş bir simadır. Bu nüshamızı tezyin eden “Hezeyan” ünvanlı mensureleri liyakatleri hakkında sarih bir fikir edinmeye kâfidir. Kendilerini karilerimize takdim ile güzide eserleriyle her hafta edebi nüshamızı kıymetlendireceklerini tebşir ederiz,” takdimiyle yayınlanmıştır.

1920’de ilk romanın Kara Kitap’ı Kurtuluş Savaşı’nın ışığında yazdın ve ölüm temasını nakış gibi işledin. Türk edebiyanın ilk gotik novellaları sayılabilecek bu kitabında vampirler, tekinsiz baba-oğullar, hortlaklar, melankolikler fink atıyordu. Kara Kitap’tan sonra yazdığı dört roman ise senin hayatından uzak değildi. Şehirli modern kadının psikolojisine gereken emeği verdin bu romanlarda. Ve imparatorluk insanlarının ikilemlerini seninle okuduk. Halide Edip’ten daha modern ve objektiftin. Sınıfları tahlil etmekte ustaydın, özellikle de aristokrasiyi.

Yazı artık senin hayatının merkezidir. Elindeki hikayelerle Babıali’ye gidip gazetede çalışmaya ve kendi paranı kazanmaya çalıştığın gün erkeklerle eşittin. Ve ne kadar gururluydun Suat! Önce Alemdar sonra İkdam Gazetesi’nde çalıştın. İkdam’da bir kadın sayfası yaptın. Bu bir ilkti. Yine bir ilke imza attın. 1922 yılında Ankara Hükümeti temsilcisi Rıfat Bele ile röportajı da sen yaptın. Sen gazetecilik dünyasında tüm erkeklerin arasında tek kadındın. Müstesna biriydin Suat!

Seyfi Bey 1924 Olimpiyatlarında Türkiye’yi temsil eden bir sporcu idi. Annen seni bu evlilik için çok zorladı. Ona göre yaşın geçiyordu ve yaşamın gerekliliğiydi evlilik. Yaşın geçiyordu Suat… Kadınların en büyük belası senden sonra da devam etti biliyor musun? Hala kadınlar zaman zaman yaşlarının geçtiğini kendisine söylüyor. Seyfi Bey ve seni birbirinize çok yakıştırdılar ama bu ahenk dışında pek bir şey paylaşmıyordunuz. Güreşçi Seyfi Bey’in kitaplarla alakası yoktu. Yedi yaşında ilk romanını yazan Suat için uygun bir eş miydi gerçekten? Evliliğin bitmeye başladığında ayrılık temalı “Hiçbiri” adlı romanını boşuna yazmadın. Hepimiz biliyoruz bunu.

Evliliğindeki tüm tereddütleri romanın içine akıttın. Ve büyük başarı elde etti. Kim bilir kaç kişi o romanda kendini buldu. Hayatın mı romanından, romanın mı hayatından bilemedik, o zaman da kimse öğrenemedi ama en sonunda boşandın.

Ne yapmaya çalışıyordun bilmiyorum ama boşanır boşanmaz evlenmek istedin tekrar. Arkadaşların uyardılar. Sen dinlemedin ve dedin ki “Adaleli eşim yerine kitap sevdalısı bir eşle daha mutlu olacağım” İzzet Selami Sedes… Gazeteci-yazar bir eşle mutlu geçeceği beklenen bir evliliğe adım attın. Suat! Bu ilkinden bile kısa sürdü. Yıldırım nikahı ve hızlı boşanmadan ikiniz de bir daha bahsetmediniz. Hiçbiri romanında yeşil gözlü erkek modeli sanki Selami Bey’di.

“ Yüzü güneşten bakır gibi yanmıştı. Açık yeşil gözleri tatlı ve içe işleyen yaramaz bir bakırla doluydu.”

Ama gel gör ki bu yeşil gözlerle süren evlilik sürmedi. Üçüncü evliliğini de Nizamettin Nazif Tepedelenli ile yaptın ama yine mutluluğu bulamadın Suat. Belki de mutluluk onlar da değildi.

Ablan yetenekli ve güzeldi. Osmanlı döneminde telefon idaresinde çalışan ilk kadınlardan biriydi. O da şehirli ve modern kadının nişanlısını alaturka bulup ayrılmıştı ve tabi bu durum 30 yaşında evde kalmış bir kız tanımlamasını üstüne yapıştırmıştı. Evlatlık kız kardeşi Nesrin hastanede yaralı askerlere yardım ettiği esnada bir pilota aşık olmuştu. Pilot iyileşip eşine dönünce artık umudunu yitirmişti. Babasının dolabından Lavdanom adlı ilaçla intihar etti. İşte bu acı dolu günden sonra sen ve kardeşin için Berlin günleri başladı.

1927 senesinde Almanya’da hayatınızın en mutlu günlerini geçirdin. Hamiyet şan ve tiyatro okudu. Sen ise Edebiyat ve Felsefe Fakültesi’ne kayıt olmuştun. Berlin’de felsefe derslerine girmekle kalmadın, Sanskritçe öğrendin. Kendini deli gibi okumaya verdin. Avrupa’nın en önemli gazetelerine yazılar yazdın. Özellikle Osmanlı’yı, Harem’i ve yeni Türkiye Cumhuriyeti’ni Avrupa’ya anlattın. Sultan’ın Karıları adlı romanın tefrika halinde Tempo Gazetesi’nde yayımlandı. Almanya’da Suzet Doli ismiyle yazılar yazdın. Ve bizim için çok önemli bir şey oldu. Kitapları yabancı dile çevrilen ilk yazarlardan oldun Suat. Berlin günlerinde özgür bir kadının ne demek olduğunu ilk kez o zaman tadıyordun. Ve Rosa Lüksemburg Almanya’sında sosyalist düşünce ile tanıştın.

Siyasete fiilen katılmaya karar verdin. Serbest Fırka’ye üye olup, belediye seçimlerine katıldın. Hamiyet Danimarlı bir mühendisle evlenip Kopenhang’a taşınınca, yılın yarısı Berlin’de, yarısı İstanbul’da geçmeye başlar.

Heyecanı günlerin fazla sürmedi Suat! Çünkü sen de biliyorsun ki hayat değişken! Babanın kanser olmasıyla, Berlin’e gelmesi, Moda’daki konağın yanıp kül olması, ailenin yıkılması ve babanın sağlığı için her şeyin çok geç olması… Baban vefat ettiğinde cenazeyi kaldıracak paranız yoktu. Çalıştığın gazeteden bunun için aldığın borç için senede attığın imza belki de hayatındaki en acılı imzaydı. Babanı İstanbul’a getiremedin, Baban Berlin’de defnedildi.

Hitler’in seçimleri kazanmasıyla Almanya tatsız bir hal aldı. Annen yaşlıydı, üstelik ergen kardeşin ruhi’ye göz kulak olmak zorundaydı. Ve sen artık o deli dolu genç kız değildin. Sen ailenin direği oldu. Artık her şeyini kaybetmiş bir konak çocuğuydun. Ve gazetelerde muhabirlik yaparak hayatını geçindirmek zorundaydın.1936’de Son Posta Gazetesi seni yurtdışına gönderdi, Montreux Konferansı’na giderek yurtdışında gönderilen ilk kadın gazeteci oldun. 8 Nisan 1937’de röportajında ne demiştin : “Hayatı tanımıyordum. Hayattan anlatacak şeyler bilmiyordum. Rüyalarımı anlattım. Fakat şimdi ne on altı yaşındayım ne de yirmi yaşındayım. Artık rüya görmüyorum, uyandım. Beni hayal değil, hayat alakadar ediyor.”

Yıllar sonra sana yazarlığı mı yoksa gazeteciliği mi sevdiğini sorana şu cevabı verecektin:

“Gazetecilik beni hayatın gerçekleriyle yüz yüze getirip bana daha iyi romanlar yazma imkanını sağlamıştır., yani gazeteciliğim romancılığımı beslemektedir.”

Türk yazarlardan pek etkilenmemiştir. Sen gördüğün gerçeklerle kendi gerçekliğini ördün. Kendi dünyanın dışındakileri romanlarına aldın, fakirlerin, işçilerin, fabrikaların zorlu hayatlarını açtın. Zaman zaman Zola’nın izninden gittin. Fakat hep zamanın röntgenini çektin. Ve 1941… Türkiye Komünist Partisi Genel Sekreteri Reşat Fuat Baraner ile evlendin. İnandığınız adalet için birlikte savaşmaya başladınız. Sonunda hayatını paylaşacağı, babası gibi kadınlara saygı duyan ve eşit davranan bir eş bulmuştun. 1920’den beri eşitlik için yazıyordun. İşte Suat en sonunda teorin, pratiğe geçti. Demokratik Devrim Derneği’nin toplantısında Türkiye Komünist Partisi Genel Sekreteri Reşat Fuat Baraner’in eşi olarak takdim edilince “Hayır, Ben yazar Suat Derviş!” diye karşı çıktın.

Berlin’de tanıştığın faşizmden sonra ezilenlerin yanına çektin kendini. Romanlarında kötü adamlar emperyalist sermaye sahibi kapitalistlerdi hep 1930’larla beraber romanların değişti ve en sonunda 1936 yılında Tan Gazetesi için çalışırken Sovyetler Birliği’ne yaptığın bir seyahat seni derinden etkiler. Dönüşte yaptığın röportaj yüzünden komünist yaftası yiyerek gazeteden uzaklaştırıldın. İlk basın sendikasının beş kurucusundan biri oldun. Bu da seni sevilmeyen insanların arasına soktu.

1937’de Devrimci Kadınlar Birliği’ni kurunca artık iyice mimlendin Suat. “Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır” da yoksul fabrika işçileirni anlattın. İlk defa işçilerin başına gelenler bir kadının gözüyle anlatılmış oldu ve yine bir ilke imza attın. Suat çok çalışkan ve verimliydin. Daha sonraki nesillerin seni tanımasını sağlayacak olan eserlerini 1944’te yayınladın: Zeynep İçin, Biz Üç Kardeşiz, Fosforlu Cevriye ve Çılgın Gibi. Ancak “Niçin Sovyetler Birliği’nin Dostuyum adlı yazın artık seni hiçbir yerde iş bulamaz hale getirdi. Ve aynı yıl eşinle birlikte tutuklandın. Bir öcüyle dost olmuştun. 8 aylık hapisten sonra artık kendi ismini kullanamaz olmuştun, belki bu edebiyat dünyasındaki eserlerine rağmen adının unutulmasına ya da kasten silinmesine yardımcı olmuştur.

Kendi adını kullanamadın ama takma isimler kullandın; Emine Hatip, Saadet Hatip, Süveyda H., Süzet Doli. Çoğunlukla çeviri yaparak geçimini sağladın. Eşin 1950’de hapisten çıktı ama bir yıl sonra da partinin genel sekreteri olması sebebiyle yine tutuklandı. 1953’e kadar bekledin Suat, davanın görülmesini bekledin ama sonra dayanamadın ve Avrupa’ya gittin. Hatıratına boşuna “Çocukluğum, Meslek Hayatım, Çektiklerim” diye isim vermedin.

1953–63 yılları arasında İsveç ve Fransa’da yazdığı Ankara Mahpusu romanı ablanın Fransızca çevirisinden sonra ilgi gördü ve 18 dile çevrildi. 1963 yılında eşin hapisten çıkınca yurda geri döndün ve sen çevirilerle devam ettin.

Bir kısmımızın sadece bir şarkı sandığı Fosforlu Cevriye’yi 1968 yılında yazdın ve en sevdiğin romanındı. Bir sokak kadının hayatını anlatan ilk romandır. Roman çok tuttu. Hatta filmi çekildi ama film posterlerinin üstünde kimse senin ismini göremedi. Sen sakıncalı piyadeydin. Bu sebepten yakınındaki insanlar da azalmıştı. Bazı arkadaşların selamı kesmişti Suat. Her sınıfı tanırdın ama hiçbirinden değildin. Bu sana büyük bir yalnızlık getirdi. Aksaray’da Bir Perihan romanında yalnızlığın buhranını bu kadar güzel anlatman da tesadüf değildi. Ne Bir Ses, Ne Bir Nefes adlı kısa romanında da bir şey dedin: “Yalnız yalan söylendiği zaman yemin edilir.”

İlk önce eşini daha sonra 1970’de ablan Hamiyet’i kaybettin. Senin sağlığın bozuldu. Şeker hastalığıyla boğuşuyordun, gözlerin iyi görmüyordu. Evini sakıncalı devrimci gençlere açıp onları gizlediğin için 68 yaşında tutuklandın. 1972’de şeker hastalığın yüzünden hastaneye kaldırıldın. Ve Temmuz 1972’de Kasımpaşa Askeri Deniz Hastanesi’nde bize veda ettin. Hoşçakal Suat Derviş!

Burak Albayrak, Unutturulan Kadın Suat Derviş — Gazete Duvar 23 Temmuz 2017 / Yeşim Kasap, “A’dan Z’ye Suat Derviş” Sabah Gazetesi ,15 Ekim 2013 /Pelin Batu, Hayatın Seyrini Değiştiren Kadınlar 2019 / Çimen Günay Toplumcu Gerçekçi Türk Edebiyatında Suat Dervişin Yeri, master tezi, Türk Edebiyatı Bölümü, Bilkent Üniversitesi / Murat Uraz Kadın Şair ve Muharrirlerimiz, 1941

Read more

Tanrı Tarihi #23 Tanrı’ya mı İnsana mı Boyun Eğmeli?

Tanrı Tarihi #23 Tanrı’ya mı İnsana mı Boyun Eğmeli?

Tektanrıcılığın Ontolojik Derinliği ve İslam’ın Kurumsal Sapmaları Üzerine Karen Armstrong’un Dinin Kısa Tarihi adlı eserinin “Tanrı’nın İradesine Boyun Eğmek” başlıklı bölümü, özellikle İslam’ın teslimiyet temelli yapısını anlamak için güçlü bir başlangıç noktası sunar. Ona göre “Müslüman” olmak, kelime anlamıyla Tanrı’ya teslim olandır. Bu teslimiyet, yalnızca

By Daphne Emiroğlu
Ella Fitzgerald: Notalara Dokunan Kadın

Ella Fitzgerald: Notalara Dokunan Kadın

İnsan kendi dertlerine, beceriksizliklerine, korkularına uydurduğu bahanelere bakınca bazen utanıyor. Minik dertleri göğüsleyemeyen, küçük sorunları çözemeyen, mutsuzluklarına ve problemlerine çözüm bulamayan insanlarla, bir çoğu için dünyanın sonu denecek yerlerden yıldız gibi parlayan insanlar çıkıyor. Hepsi aynı gezegende yaşıyor. Aynı havayı soluyor. Ella Fitzgerald'dan bahsedeyim biraz. Geceleri onun sesiyle

By Daphne Emiroğlu
Satıh hâlâ müdafaaya muhtaçtır.

Satıh hâlâ müdafaaya muhtaçtır.

Mustafa Kemal Atatürk’ün Sakarya Meydan Muharebesi sırasında söylediği “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır; o satıh bütün vatandır” sözü, yalnızca bir savaş stratejisinin özeti değil, bir milletin varoluşsal mücadelesini ifade eden tarihî ve felsefî bir bildiridir. Yüzeyde bu cümle, belirli bir cephe hattının savunulmasından vazgeçilip, topyekûn direniş anlayışının benimsendiğini

By Daphne Emiroğlu