Tanrı Tarihi #23 Tanrı’ya mı İnsana mı Boyun Eğmeli?

Tektanrıcılığın Ontolojik Derinliği ve İslam’ın Kurumsal Sapmaları Üzerine
Karen Armstrong’un Dinin Kısa Tarihi adlı eserinin “Tanrı’nın İradesine Boyun Eğmek” başlıklı bölümü, özellikle İslam’ın teslimiyet temelli yapısını anlamak için güçlü bir başlangıç noktası sunar. Ona göre “Müslüman” olmak, kelime anlamıyla Tanrı’ya teslim olandır. Bu teslimiyet, yalnızca bir ibadet disiplini değil, insanın evrendeki konumuna dair varoluşsal bir kabul biçimidir. Ancak bu teslimiyetin tarihsel ve toplumsal pratiklerde neye dönüştüğünü görmek için eleştirel bir gözle devam etmek gerekir. Aksi takdirde kör kuyunun etrafında dans ederiz.
Armstrong’un sunduğu metafor dikkat çekicidir: Tektanrılı dinlerde insan, Tanrı tarafından yazılmış bir karakter gibidir. Tüm varoluşun yazarı Tanrı’dır ve her şey onun iradesiyle şekillenir. Bu benzetme, yaratıcıyla yaratılan arasındaki mesafeyi hem yücelten hem de mahkûm eden bir anlam taşır. Çünkü bu bakış açısı insanın eylemlerini, iradesini ve hatta vicdanını Tanrı'nın çizdiği bir senaryoya sıkıştırır.
Fakat Armstrong’un bu metaforu, İslam dünyasında tarihsel olarak gelişen otorite biçimlerini de anlamamıza yardımcı olur. Eğer her şey Tanrı’nın iradesiyse, bu iradenin yeryüzündeki temsilcisi kimdir? İşte asıl tehlike burada başlar.
Kur’an, Armstrong’un ifadesiyle Tanrı’nın zihnidir. Bu yorum, Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğu fikriyle uyumludur. Ancak burada kritik bir soru doğar: Tanrı’nın zihni olarak kabul edilen bir metnin yorum hakkı kimdedir?
İşte bu soruya verilen tarihsel cevap, İslam toplumlarında epistemolojik bir hiyerarşi yaratmıştır. Kur’an’ı yorumlama yetkisi ulema sınıfının, şeyhlerin ve cemaat önderlerinin tekelinde şekillenmiştir. Böylece Kur’an, zamanla bireysel bir arayış metninden, kolektif itaati sağlayan bir disiplin aracına dönüşmüştür.
Bu noktada Armstrong’un teorik açıklamasını, Malik Bennabi’nin İslam’da Medeniyetin Doğuşu adlı eserinde dile getirdiği şu eleştiriyle tamamlamak gerekir:
“Müslüman toplumlar Kur’an’ı anlama çabası yerine, onu kutsal bir fetiş haline getirerek dondurmuştur. Okunur ama anlaşılmaz; ezberlenir ama sorgulanmaz.”
İslam tarihi boyunca Tanrı’ya boyun eğme fikri, çeşitli tasavvufî ve tarikat yapılanmaları tarafından yorumlanarak içsel bir yolculuğun aracı olarak sunulmuştur. Ancak modern çağda bu gelenek, politikleşmiş yapılarla iç içe geçerek büyük ölçüde araçsallaştırılmıştır. “Şeyhe itaat, Allah’a itaattir” anlayışı, Tanrı’nın iradesine boyun eğmeyi bir beşere mutlak teslimiyet biçimine dönüştürmüştür.
Örneğin Fethullahçı hareket gibi yapılar, dini eğitimi ve Kur’an bilgisini kullanarak kitleleri inşa etmiş, “biat” kültürünü Tanrı merkezli değil, insan merkezli kılmıştır. Tanrı’nın mutlaklığı, liderin mutlaklığına devredilmiştir. Armstrong’un tasvir ettiği Tanrı-merkezli teslimiyet, yerini lider-merkezli itaate bırakmıştır.
Sosyolog Erdoğan Aydın, bu yapıları değerlendirirken şöyle der:
“Tarikat ve cemaatler, Tanrı’nın yerine kendi liderlerini koyduklarında, artık din değil, mutlak itaate dayalı ideolojik bir hegemonya üretirler.”
İslam’da ilk şart olarak belirtilen “kelime-i şehadet”in (“Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed onun elçisidir”) özü, dünyevi otoritelere karşı bir duruştu. Ancak modern İslam toplumlarında bu cümle, birçok ülkede siyasal bir sadakat beyanına dönüşmüştür. İran’da, Suudi Arabistan’da, Türkiye’de ve benzeri yapılarda bu ifade, rejime sadakatin dini bir zemini olarak yeniden üretilmiştir. Bu, Armstrong’un sunduğu ilahi teslimiyet fikrinin doğrudan tahrifidir.
Namaz, oruç, zekât, hac gibi ibadetler, Armstrong’un anlatısında Tanrı’yla temas kurmanın yolları olarak sunulur. Fakat bu ritüellerin, özellikle cemaatleşme süreçlerinde bireyleri disiplin altına almanın araçlarına dönüştüğü de bir gerçektir.
Michel Foucault, dini ritüellerin zaman ve beden üzerinde kurduğu disiplini değerlendirirken şöyle der:
“İbadetler sadece Tanrı’ya değil, otoriteye de hizmet edebilir. Bedenin hizaya sokulması, ruhun da hizaya girmesini sağlar.”
Bu açıdan bakıldığında, oruç sadece beden terbiyesi değil, cemaat içinde aidiyetin testi haline gelir. Namaz, yalnızca ibadet değil, biatin topluca ilan edildiği anlara dönüşür. Hac, yalnızca Tanrı’ya yönelme değil, belirli ideolojilerin küresel sahneye taşındığı bir gösteriye de dönebilir.
Yakın dönemde Leman dergisine yönelik bir karikatür sonrası organize edilen “toplu namaz kılma” eylemi, ibadetin bir protesto ve gövde gösterisi biçimine dönüştüğünü göstermiştir. Bu tarz eylemlerde namaz, bireyin Tanrı’yla baş başa kaldığı içsel bir halden çıkar; kolektif bir öfkenin sahnesine dönüşür. Sosyal psikoloji açısından bakıldığında, bu ritüel grup kimliğini pekiştirmenin, bireysel kızgınlığı kitlesel aidiyete dönüştürmenin bir aracı olur. Kişi, yalnız bir inanan olmaktan çıkar; “kutsal öfke”yle donanmış bir cemaatin parçası haline gelir.
Émile Durkheim’ın Dinsel Hayatın İlkel Biçimleri (1912) adlı çalışmasında belirttiği gibi, ritüeller yalnızca metafizik ihtiyaçlara değil, toplulukların kendini yeniden üretmesine hizmet eder. Bu bağlamda toplu ibadet, kutsal olanla iletişim kurmanın ötesinde, topluluğun kendisini kutsaması haline gelir. Leman olayında da görüldüğü üzere, kamusal alanda organize edilen bu tür ritüeller, topluluğun inanç sistemine yöneltilmiş eleştiriye karşı gösterdiği refleksif savunma ve yeniden inşa hareketidir.
Ancak burada bir adım daha atmak gerekir. Henri Lefebvre, Mekânın Üretimi adlı eserinde kamusal alanın yalnızca fiziksel bir yer olmadığını, toplumsal ilişkiler ve iktidar biçimleriyle üretildiğini savunur. Toplu namaz eylemi, mekânı yeniden tarif eder: Sokağı camiye çevirir, kamuyu inanca tahsis eder. Bu tür kamusal ritüeller, seküler alanı dini bir düzene göre biçimlendirme girişimidir. Böylece sokaklar “herkesin” olmaktan çıkar, “bir grubun” kutsal gösterisine tahsis edilir.
Bu dönüşümde performatif bir boyut da vardır. Erving Goffman’ın Gündelik Hayatta Benliğin Sunumu adlı çalışmasında belirttiği üzere, toplumsal hayat sahne gibidir; bireyler rollerini oynarlar. Toplu ibadet, burada yalnızca Tanrı’ya değil, görünür bir seyirciye (medya, muhalifler, laikler, sanatçılar) hitap eder. İbadet, bu noktada Tanrı’yla ilişki kurma eyleminden çok, “biz buradayız, güçlü ve kalabalığız” mesajını görünür kılma performansına dönüşür. Namaz, bir ritüel olduğu kadar bir mitingdir artık.
Bu eylemler, Armstrong’un tanımladığı “kozmik teslimiyet”in aksine, oldukça dünyevi bir kontrol arzusuna işaret eder. Gökyüzüne yönelen ibadet, yeryüzüne dönük bir iktidar gösterisine evrilir. Böylece inanç, kamusal alanı işgal eden bir araç; ibadet, politik performansa dönüşür.
Armstrong’un kitabında yer verdiği “Güzel İsimler” meselesi de oldukça öğreticidir. “Rahim, Afuvv, Rakib” gibi sevgi dolu isimlerin yanında, “Müntakim, Dâr” gibi korku uyandıran sıfatlar da yer alır. Bu durum, Tanrı'nın hem koruyan hem cezalandıran bir varlık olduğunu gösterir. Ne var ki bu ikili yapı, tarihsel olarak daha çok korku boyutuyla kullanılmış, insanlar “cehennem” tehdidiyle hizaya sokulmuştur.
Tarikat şeyhlerinin cenneti anahtar gibi sunduğu, cemaatlerden ayrılanların “zındık” ilan edildiği modern pratikler, Tanrı’nın güzelliğini değil; gazabını yücelten bir dindarlık üretmiştir.
Bu dinin çerçevesi bize İslam’ın özünde varoluşsal bir teslimiyet, içsel bir huzur arayışı olduğunu gösteriyor. Ancak bu teslimiyetin tarihsel ve toplumsal bağlamlarda nasıl saptırıldığını da görmek zorundayız. Tanrı’ya boyun eğmek, bir insanın iradesini körleştirmesi değil; evrendeki yerini bilerek daha bilinçli yaşaması demektir. Oysa bugün birçok İslam toplumu, bu teslimiyet anlayışını cemaatlerin, şeyhlerin, siyasi otoritelerin eline bırakmış durumda.
Bu bağlamda asıl soru şudur: Teslimiyet, bir özgürleşme biçimi mi olacak? Yoksa bir sömürünün ideolojik örtüsü mü?
Kaynakça
- Karen Armstrong, Dinin Kısa Tarihi, Profil Yayıncılık.
- Thomas Aquinas, Summa Theologica, I.2.3.
- Maimonides, Moreh Nevuchim, Dover Publications.
- Hans Küng, Islam: Past, Present and Future, Oneworld Publications.
- Ali Şeriati, Hac, Fecr Yayınları.
- Mevlânâ Celaleddin Rûmî, Mesnevî.
- Michel Foucault, Disiplin ve Ceza, İmge Yayınları.
- Malik Bennabi, İslam’da Medeniyetin Doğuşu, İnsan Yayınları.
- Erdoğan Aydın, Türban ve İktidar, Kalkedon Yayınları.
- Gazali, Maqasid al-Falasifa.
- İbn Mâturîdî, Te’vilâtü’l-Kur’an.