Tanrı Tarihi #24 Yanmakla Korkut, Biatla Kurtul: Mümin Üretim ve Dağıtım Kooperatifi

Tanrı Tarihi #24 Yanmakla Korkut, Biatla Kurtul: Mümin Üretim ve Dağıtım Kooperatifi
Photo by Yura Batiushyn on Unsplash

Dinin tarihsel serüveni, yalnızca metafizik bir arayış değil; aynı zamanda güç, tahakküm ve korku üzerine kurulu bir düzenin de hikâyesidir. Mücadele ve cehennem gibi kavramlar, sadece inanç sistemlerinin bileşeni değil, toplumsal düzenin kontrol mekanizmaları hâline gelmiştir. Din, iktidarı meşrulaştırmak ve itaati koşullamak için araçsallaştırıldığında, mücadele cihada, korku ise cehenneme dönüşür.

Cihat: Manevi Arınma mı, Siyasi Mobilizasyon mu?

Peygamberin hem dini lider hem de savaşçı kimliği, İslam’da savaşın meşruiyeti açısından tarihsel bir kırılma yaratmıştır. Başlangıçta manevi bir mücadele olarak tarif edilen “cihat”, zaman içinde gayri resmi bir “iman şartı”na dönüşmüştür. Kavramın içeriği bireysel arınmadan çıkıp kolektif düşmana yönelince, cihat artık sadece bir ruhsal yükseliş değil, politik bir silah halini almıştır.

Tarih boyunca birçok yönetim ve örgüt, cihadı şiddeti meşrulaştırmak için kullanmıştır. Oysa kelam geleneğinin ilk dönemlerinde cihadın “nefsle mücadele” olduğu sıklıkla vurgulanır. Fakat bu yorumu destekleyen söylemler, zamanla etkisizleştirilmiş, “cihadın makbulü” savaşa indirgenmiştir. Zira içsel mücadele, iktidarın işine yaramaz; kalabalıklar ancak bir düşmana karşı kolay mobilize olur.

Halifelik ve Mezhep: İman Değil, İktidar Kavgası

Peygamberin vefatından sonra yaşanan halefiyet tartışmaları, dinin politikleştirilmesinde bir milat niteliğindedir. Ebu Bekir ile Ali arasındaki liderlik çatışması, ilahi vahiyden sapma değil, dünyevi iktidar mücadelesinin inanç kisvesine bürünmesidir. Mezhep ayrılığı, bu yönüyle teolojik farklılıktan çok, siyasi pozisyonlanma meselesidir.

Bu yapı, günümüz cemaat ve tarikatlarında da devam eder. Liderlik, manevi rehberlik olmaktan çıkarak biat bekleyen bir hiyerarşiye dönüşür. Cemaatlerin çoğu, “hakikat arayışı” yerine “itaat zinciri” inşa eder. Bu nedenle mezhep farklılıkları, yorum çeşitliliğinden değil, güç paylaşımından kaynaklanır.

Ancak bu güç yalnızca manevi değildir. Modern tarikatlar aynı zamanda ekonomik birer holding gibi çalışır. Kurdukları okullar, dershaneler, yayınevleri, market zincirleri ve bankalarla devasa ticari yapılara dönüşmüşlerdir. Kimin kiminle iş yaptığı, kimin kiminle evlendiği, hangi markaların "helal" sayıldığı dahi bu yapılarda cemaat içi aidiyete göre belirlenir. Dışarıdan gelenler sistemin dışında bırakılırken, “bizden olanlar” her kapıyı açabilir hâle gelir.

Tarikat liderleri, İslam’ın tevazu, kanaat ve paylaşım ilkelerini hiçe sayarak; lüks arabalara, gösterişli villalara, marka kıyafetlere, özel şoförlü konvoylara sahip olurlar. Cemaat mensupları asgari ücretle yaşarken, şeyhleri sırça köşklerde oturur. Sadaka toplayan yapılar, yat ve helikopter sahibi olur. Yoksulluk ise bu kişilere “imtihan” olarak anlatılırken, şeyhin zenginliği “Allah’ın lütfu” olarak kutsanır.

Bu durum İslam’ın özündeki şu ilkeyle taban tabana zıttır: “İsraf eden, şeytanın kardeşidir.” Hz. Muhammed’in hurma yaprağıyla yastık yapıp yattığı bir hayatı örnek alması beklenen bir yapının, günümüzde gümüş işlemeli tahtlarda konuşma yapıyor oluşu, yalnızca estetik bir sapma değil, ahlaki bir çöküştür.

Sonuçta bu yapılar, inancı kutsamak yerine; inancı araçsallaştırarak bir zümre oluşturur. Bu zümre, hem manevî hem maddî sermayeyi elinde tutar. Böylece din, ahlâkî bir ideal olmaktan çıkar, sosyal tırmanışın ve ekonomik imtiyazın kamuflajına dönüşür.

Kader: Teslimiyet mi, Sorumluluktan Kaçış mı?

İslam düşüncesinde kader anlayışı, adaletle özgür irade arasındaki ince çizgide sık sık çelişkiye düşer. Tanrı her şeyi biliyor ve yazmışsa, insanın ahlaki sorumluluğu neye dayanır? Bu soru, erken dönem İslam kelamında büyük tartışmalara yol açmıştır. Mutezile gibi bazı ekoller özgür iradeyi savunmuş, fakat siyasi otoriteler tarafından dışlanmıştır.

Çünkü kader, itaati kolaylaştırır. “Her şey takdir edilmişse, sorgulamanın anlamı yoktur” fikri, yönetim için ideal bir psikolojik zemin yaratır. Bu anlayış yalnızca bireyin değil, toplumun da politikadan, talepten, hak arayışından uzaklaşmasına neden olur. Kader, böylece kaderciliğe evrilir.

İslam’daki cehennem tasvirleri oldukça fizikseldir: yanma, kaynar su, zakkum, zebani... Bu öğeler, bireyin duyularını hedef alarak korkuyu somutlaştırır. Cennet ise her şeyin telafi edildiği bir ödül mekanizmasıdır. Bu mekanizma, bu dünyadaki eşitsizlik ve adaletsizlikleri meşrulaştıran bir teselli sunar: “Bu dünyada kötü kazanabilir ama öbür dünyada hesabı sorulur.”

Cehennem, bu bağlamda bir denge değil, bir şantaj aracıdır. Bireyin özgürlüğü, “yanarsın” tehdidiyle bastırılır. İnanç, sevgiyle değil; korkuyla içselleştirilir. Böylece din, adalet arayan değil, itaat eden birey üretir.

Bu korku dili, günümüzde çeşitli tarikat liderleri tarafından da sıkça kullanılır. Özellikle kadınlar, gençler ve seküler bireyler hedef alınarak cehennem tehdidi üzerinden toplumsal kontrol tesis edilmeye çalışılır. Örneğin kamuoyunda “Cübbeli Ahmet Hoca” olarak bilinen Ahmet Mahmut Ünlü, bir vaazında şu sözleriyle dikkat çekmiştir:

“Kadınlar açık gezdikleri için cehennemde yanacaklar. Kocaları da susuyorsa onlar da beraber yanacak.”
(Cübbeli Ahmet’in çeşitli vaaz konuşmalarından, basına yansıyan alıntılar)

Bu tür ifadeler, cehennemi bireyin içsel muhasebesinin ötesine taşıyarak, toplumsal baskının ideolojik silahına dönüştürür. Böylece Tanrı'nın adaleti değil, cemaatin cezası hâkim olur. Korku artık ilahi değil, beşeri bir düzenden beslenir.

Cehennem, bu bağlamda bir denge değil, bir şantaj aracıdır. Bireyin özgürlüğü, “yanarsın” tehdidiyle bastırılır. İnanç, sevgiyle değil; korkuyla içselleştirilir. Böylece din, adalet arayan değil, itaat eden birey üretir.

Cehennem Anlatısı: Psikolojik ve Politik Mühendislik

Cehennem yalnızca bireysel değil, kolektif bilinçte de yer edinir. “Yanacaklar” düşüncesi, toplumsal rahatlama sağlar. Adalet beklentisi karşılanmadığında, metafizik cezalandırmaya inanmak; bireyin öfkesini, sistemle çatışmak yerine metafizikle uzlaştırmasına neden olur. Bu da yönetici sınıf için son derece kullanışlıdır. Cehennem, yalnızca günahın değil, muhalefetin de caydırıcısı hâline gelir.

Zaman içinde bu anlatılar, ruhsal bir azap tahayyülünden çıkarak toplumsal mühendislik aracına dönüşmüştür. Tanrı, yalnızca sevgi değil, korku nesnesine de dönüşür. İnananlar, sevdikleri için değil; korktukları için inanmaya başlar. Bu, dinin etik değil, otoriter bir araç haline gelmesine neden olur.

Din, mücadele, cehennem, kader gibi kavramları yalnızca kutsal metinlerin değil; tarihsel, siyasal ve toplumsal bağlamların ürünü olarak da değerlendirmek gerekir. Bu kavramların taşıdığı metafizik anlamlar, zamanla dünyevi iktidarların çıkarlarına uygun biçimde yeniden kodlanmıştır. Boyun eğmek, itaat etmek, korkmak... Bunlar yalnızca ibadetin değil, tahakkümün dilidir.

Gerçek mücadele, ilk olarak bu soruyu sormaktan geçer:
“Bu inanç gerçekten kutsal mı, yoksa bir yönetim aracına mı dönüşmüş?”

Kaynakça

Abou El Fadl, K. (2001). Speaking in God's name: Islamic law, authority and women. Oxford: Oneworld Publications.

Arkoun, M. (2006). İslam: Modern dünyayla yüzleşme (Çev. I. Yılmaz). İstanbul: Kitap Yayınevi.

Armstrong, K. (2021). Dinin kısa tarihi (Çev. A. Düzkan). İstanbul: Alfa Yayıncılık.

Esack, F. (2005). Kuran’dan topluma: İslam’da adalet ve özgürlük yorumları (Çev. M. Kardaş). Ankara: İnsan Yayınları.

Gibb, H. A. R. (1962). Modern trends in Islam. Chicago: University of Chicago Press.

Gölcük, A. (2020). Cemaatlerin ekonomik sermaye üretimi ve ticarileşmesi üzerine notlar. Toplum ve Bilim, (152), 43–67.

Kalın, İ. (2004). İslam’da kader anlayışı. In A. Yılmaz (Ed.), İslam düşüncesinde insanın yeri ve rolü (ss. 231–249). Ankara: İSAM Yayınları.

Nasr, S. H. (2002). İslam ve modernlik krizi (Çev. A. Güler). İstanbul: İnsan Yayınları.

Rahman, F. (2000). İslam ve çağdaşlık: İslam düşüncesinin yeniden inşası (Çev. H. Kırbaşoğlu). İstanbul: Yöneliş Yayınları.

Turam, B. (2007). Between Islam and the state: The politics of engagement. Stanford, CA: Stanford University Press.

Watt, W. M. (1961). Islamic political thought. Edinburgh: Edinburgh University Press.

Read more

Tanrı Tarihi #23 Tanrı’ya mı İnsana mı Boyun Eğmeli?

Tanrı Tarihi #23 Tanrı’ya mı İnsana mı Boyun Eğmeli?

Tektanrıcılığın Ontolojik Derinliği ve İslam’ın Kurumsal Sapmaları Üzerine Karen Armstrong’un Dinin Kısa Tarihi adlı eserinin “Tanrı’nın İradesine Boyun Eğmek” başlıklı bölümü, özellikle İslam’ın teslimiyet temelli yapısını anlamak için güçlü bir başlangıç noktası sunar. Ona göre “Müslüman” olmak, kelime anlamıyla Tanrı’ya teslim olandır. Bu teslimiyet, yalnızca

By Daphne Emiroğlu
Ella Fitzgerald: Notalara Dokunan Kadın

Ella Fitzgerald: Notalara Dokunan Kadın

İnsan kendi dertlerine, beceriksizliklerine, korkularına uydurduğu bahanelere bakınca bazen utanıyor. Minik dertleri göğüsleyemeyen, küçük sorunları çözemeyen, mutsuzluklarına ve problemlerine çözüm bulamayan insanlarla, bir çoğu için dünyanın sonu denecek yerlerden yıldız gibi parlayan insanlar çıkıyor. Hepsi aynı gezegende yaşıyor. Aynı havayı soluyor. Ella Fitzgerald'dan bahsedeyim biraz. Geceleri onun sesiyle

By Daphne Emiroğlu
Satıh hâlâ müdafaaya muhtaçtır.

Satıh hâlâ müdafaaya muhtaçtır.

Mustafa Kemal Atatürk’ün Sakarya Meydan Muharebesi sırasında söylediği “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır; o satıh bütün vatandır” sözü, yalnızca bir savaş stratejisinin özeti değil, bir milletin varoluşsal mücadelesini ifade eden tarihî ve felsefî bir bildiridir. Yüzeyde bu cümle, belirli bir cephe hattının savunulmasından vazgeçilip, topyekûn direniş anlayışının benimsendiğini

By Daphne Emiroğlu