Tanrı Tarihi #31 - Dinin Çelişkili Yüzü
Christopher Columbus’un Amerika kıtasına 1492’de ayak basışı, yalnızca yeni bir coğrafi keşif değil, insanlık tarihinin en büyük kırılma anlarından biriydi. Bu olay, Avrupa merkezli tarih yazımında “keşif” olarak sunulsa da, gerçekte milyonlarca insanın yaşadığı toprakların Avrupalılarca işgaliydi. Columbus, Hindistan’a ulaştığını sanarak karşılaştığı halklara “Indian” adını verdi. Bu isim, yüzyıllar boyunca hem kültürel bir yanlış anlamayı hem de sömürgeciliğin indirgemeci tavrını yansıttı. (Zinn, 1999).
Columbus’un yolculuğu, Batı Avrupa’nın ekonomik, politik ve dini açılımlarının bir sonucuydu. 15. yüzyılda İspanya ve Portekiz, Katolik Kilisesi’nin de desteğiyle yeni ticaret yolları ararken, Amerika kıtasına yöneldiler. Bu “keşiflerin” ardında yalnızca merak değil, sermaye birikimi, baharat ve altın arayışı, aynı zamanda misyonerlik arzusu vardı. Katolik monarşiler, Papalık fermanlarını kullanarak yerlilerin topraklarını ele geçirmeyi meşrulaştırdı. “Doctrine of Discovery” adı verilen bu öğreti, Avrupalılara Hristiyan olmayan toprakları işgal etme hakkı verdi. Böylece işgal, dini bir görev kisvesiyle ekonomik sömürüyle birleşti (Miller, 2005).
Avrupa’dan gelen göçmenler, Yeni Dünya’da kendilerini “Tanrı’nın seçilmiş halkı” olarak konumlandırdılar. Tanrı'yı bir türlü rahat bırakmamış insanlar. Puritenler, Eski Ahit’teki İsrailoğulları’nın Vaat Edilmiş Topraklara yürüyüşünü kendi tarihsel yolculuklarıyla özdeşleştirdi. Bu yaklaşım, yerli halkların sistematik biçimde topraklarından edilmesini meşrulaştırdı. 19. yüzyılda “Manifest Destiny” ideolojisi, Amerika’nın batıya doğru yayılmasını Tanrısal bir görev gibi sundu. Bu ideoloji yalnızca politik bir araç değil, aynı zamanda dini bir meşruiyet kılıfıydı (Horsman, 1981).
Puritenlerin bu teolojik çerçevesi, Amerika’nın kolonyal tarihinde büyük rol oynadı. “Şehir tepenin üzerinde bir ışık olacaktır” (city upon a hill) söylemi, Amerika’nın kaderini kutsallaştırdı. Bu söylem, günümüzde bile Amerikan dış politikasında yankılanır. “Tanrı’nın seçilmiş halkı” retoriği, hem iç politikada yerlilere hem de dış politikada diğer uluslara yönelik bir üstünlük anlayışını besledi. Bu dini-politik söylemin kökenlerini anlamadan, Amerika’nın sonraki yüzyıllardaki yayılmacı tutumunu kavramak mümkün değildir (Slotkin, 1992).
Amerikan yerlilerinin inançları, Hristiyanlık’tan çok farklıydı. Onlar için doğa kutsaldı; insan, hayvan ve toprak arasında ayrılmaz bir bağ vardı. Doğa ruhlarla doluydu ve yaşamın bütününe saygı üzerine kurulu bir anlayış hakimdi. (Şimdi bu anlayışa geri dönmek için para ödedikleri seminerlere, atölyelere, kamplara gidiyorlar. "İnsan zeki bir canlı mı?" sorusunu biraz daha düşünmek lazım.) Bu yaklaşım, Batı Hristiyanlığının tek Tanrılı ve merkezileşmiş anlayışıyla çelişti. Avrupalıların gözünde bu inançlar “putperestlik” olarak damgalandı. Fakat aslında Kızılderililerin dini, modern antropolojinin kavramlaştırmasıyla bir “ekolojik din”di (Deloria, 2003).
Yerli inanç sistemleri yalnızca doğayla ilişki kurmakla kalmaz, aynı zamanda toplumsal düzeni de şekillendirirdi. Kabileler arasındaki karar alma süreçlerinde ritüeller, şamanik rehberlik ve kolektif törenler belirleyici olurdu. Bu durum, bireycilikten ziyade kolektivizmi vurgulayan bir toplumsal yapı yarattı. Avrupalılar için bu tür bir toplumsal örgütlenme anlaşılmazdı; çünkü onların siyasi kültürü mülkiyet, hiyerarşi ve tek Tanrı’ya dayalı bir teolojiyi temel alıyordu. Dolayısıyla sömürgeciler, yerlilerin inançlarını küçümserken aslında kendi tahakküm düzenlerini dayatıyorlardı (Berkhofer, 1978).
Yerlilerin sömürgeci baskılara karşı geliştirdiği Hayalet Dansı hareketi, bu ekolojik ve ruhani dünyaya dair umudu canlı tutma çabasının ürünüdür. 1889’da peygambervari bir figür olan Wovoka’nın vizyonlarıyla yayılan bu hareket, beyazların yok olacağı, bufaloların geri döneceği ve ölü ataların yeniden dirileceği bir kurtuluş vaadini içeriyordu. Hayalet Dansı, aslında bir toplumsal travmaya verilen kolektif bir yanıttı. Ancak 1890’daki Wounded Knee Katliamı, bu umudu kanlı biçimde bastırdı ve Amerikan yerlilerinin hafızasında derin bir yara bıraktı (Mooney, 1896/1991).
Hayalet Dansı, aslında dini bir kurtuluş vizyonunun ötesinde kültürel bir kimlik mücadelesiydi. Yerli halklar, beyazların getirdiği kapitalist sistem ve zorunlu asimilasyon politikalarına karşı kendi ruhani dünyalarını savunuyorlardı. Askeri güçle bastırılan bu hareket, yerlilerin kolektif hafızasında travmatik bir kırılma yarattı. Ancak bu travma aynı zamanda modern dönemde yerli kimlik hareketlerinin zeminini hazırladı. Bugün birçok yerli topluluk, Hayalet Dansı’nı bir direniş sembolü olarak hatırlamakta ve yeniden yorumlamaktadır (Hittman, 1997).
Afrikalı köleler için Hristiyanlık farklı bir işlev gördü. Köle sahipleri, İncil’in bazı bölümlerini kölelere itaati telkin edecek şekilde kullandı. Ancak köleler aynı kutsal metinde özgürleşmenin de mesajını buldular. Musa’nın Firavun’dan İsrailoğulları’nı kurtarması, kölelerin kendi deneyimleriyle özdeşleşti. Bu yüzden kölelik karşıtı ezgiler ve Negro spirituals, yalnızca dini şarkılar değil, aynı zamanda politik direniş araçlarıydı. Afro-Amerikan kiliseleri, kölelik sonrası dönemde toplumsal dayanışmanın ve hak mücadelesinin merkezine dönüştü (Raboteau, 2001). Martin Luther King Jr. gibi figürler, Musa’nın hikâyesini yeniden canlandırarak özgürlük hareketine dini bir temel kazandırdılar.
Kölelik döneminde siyah kiliseler yalnızca ibadet mekânı değil, aynı zamanda eğitim, dayanışma ve gizli örgütlenmenin merkezleriydi. Kölelerin okuma-yazma öğrenmesi yasaklanmışken, kilise ortamları gizli bir eğitim alanı olarak kullanıldı. Ezgiler aracılığıyla şifreli mesajlar verildi; örneğin “Swing Low, Sweet Chariot” şarkısı özgürlük yolunu ima eden bir sembol taşıyordu. Bu dini pratikler, Afro-Amerikan direniş kültürünün temelini oluşturdu (Levine, 1977).
Bugün, Amerikan yerlileri arasında kültürel canlanma hareketleri giderek güçlenmektedir. Dil kaybına karşı yerli dillerinin yeniden öğretilmesi, geleneksel şifa ritüellerinin canlandırılması ve Hayalet Dansı gibi tarihsel deneyimlerin anımsanması, modern bir kimlik inşa sürecinin parçasıdır. Bu hareketler, sömürgeciliğin yok etmeye çalıştığı kültürel hafızayı yeniden diriltmektedir (Fixico, 2013).
Modern dönemde yerli hareketlerin en güçlü örneklerinden biri Standing Rock protestolarıdır. 2016’da Dakota Access Pipeline’a karşı yerli kabileler, çevreciler ve insan hakları savunucuları bir araya geldi. Bu protestolar yalnızca çevresel bir mesele değil, aynı zamanda toprak ve kutsal alanların korunması için dini bir mücadeleydi. Çadır kamplarında dualar, danslar ve ritüeller yapıldı. Yerli halkların inançlarının modern dünyada nasıl bir direniş pratiğine dönüştüğünü bu örnek net biçimde göstermektedir (Estes, 2019).
Afro-Amerikan topluluklarda ise kiliseler hâlâ güçlü bir sosyal ve politik aktördür. Sivil haklar mücadelesinden günümüze, siyasal mobilizasyonun en önemli mekânları kiliseler olmuştur. Özellikle “Black Church” kavramı, hem dini hem politik kimliği temsil eder. Bugün dahi polis şiddeti, ırkçılık ve ekonomik eşitsizliklere karşı verilen mücadelede kiliseler merkezî bir rol üstlenmektedir (Lincoln & Mamiya, 1990).
Black Lives Matter hareketi de siyah kiliselerle bağlantılı bir biçimde ortaya çıktı. Birçok BLM lideri, dini kurumlarla iş birliği yaptı ve hareketin ritüel boyutunda İncil’den motifler yer aldı. Cenaze törenleri, kiliselerde düzenlenen kitlesel ayinler, kolektif yas ve direnişin sembolü haline geldi. Bu durum, Afro-Amerikan kiliselerinin hâlâ toplumsal adaletin ön saflarında olduğunu göstermektedir (Clayton, 2016).
Bu tarihsel ve güncel örnekler, dinin çelişkili doğasını açıkça ortaya koyuyor. Din, aynı anda hem baskının hem de özgürleşmenin aracı olabilir. Aynı Hristiyanlık söylemi, bir yandan yerli halkların katliamını meşrulaştırırken, diğer yandan kölelerin özgürlük mücadelesine güç veriyor. Dinin bu ikili işlevi, Armstrong’un da belirttiği gibi, insanlık tarihi boyunca kendini tekrar eden bir olgudur. Din, hiçbir zaman yalnızca bir inanç meselesi değil; her zaman güç, kimlik ve direnişle iç içe bir mücadele alanı olmuştur.
Kaynakça
- Berkhofer, R. F. (1978). The White Man’s Indian: Images of the American Indian from Columbus to the Present. Vintage.
- Clayton, J. (2016). Unraveling Black Lives Matter and the Black Church. Journal of Race, Ethnicity, and Religion.
- Deloria, V. (2003). God Is Red: A Native View of Religion. Fulcrum Publishing.
- Estes, N. (2019). Our History Is the Future: Standing Rock Versus the Dakota Access Pipeline. Verso.
- Fixico, D. (2013). The American Indian Mind in a Linear World: American Indian Studies and Traditional Knowledge. Routledge.
- Horsman, R. (1981). Race and Manifest Destiny. Harvard University Press.
- Levine, L. (1977). Black Culture and Black Consciousness. Oxford University Press.
- Lincoln, C. E., & Mamiya, L. H. (1990). The Black Church in the African American Experience. Duke University Press.
- Miller, R. J. (2005). Native America, Discovered and Conquered: Thomas Jefferson, Lewis & Clark, and Manifest Destiny. Praeger.
- Mooney, J. (1991). The Ghost-Dance Religion and the Sioux Outbreak of 1890. University of Nebraska Press.
- Raboteau, A. J. (2001). Canaan Land: A Religious History of African Americans. Oxford University Press.
- Slotkin, R. (1992). Gunfighter Nation: The Myth of the Frontier in Twentieth-Century America. Harper Perennial.
- Zinn, H. (1999). A People’s History of the United States. Harper Perennial.