Tanrı Tarihi #35 - Aynı Evin Farklı Odaları: Ekümenik
Ekümenik düşünce, dinlerin ortak bir soluk alanı arayışıdır. Yunanca oikoumene –“yaşanan dünya”– kelimesinden türeyen bu kavram, insanlığın tek bir evde yaşadığı fikrini taşır. Bu bakımdan ekümeniklik, yalnızca Hristiyan mezheplerini uzlaştırmakla sınırlı bir teolojik tartışma değil, aynı zamanda insan uygarlığının kendi iç diyalogunu yeniden kurma çabasıdır. 16. yüzyıl Reform hareketiyle parçalanan Batı Hristiyanlığı, aslında modern bireyselliğin tohumlarını ekerken aynı zamanda kendi iç bütünlüğünü yitirdi. Protestanlığın Katolikliğe isyanı, bir özgürleşme hareketi olduğu kadar, kutsalın parçalanışıydı. Her mezhep kendi dogmatik sınırlarını kutsallaştırırken, Hristiyanlık yüzyıllar boyunca süren bir iç içe kapanma döngüsüne girdi. Bu kapanmanın kırılması, sanayileşme ve sömürgecilikle genişleyen dünyada Hristiyan misyonerlerin birbirleriyle rekabet ederken farkında olmadan kurdukları temasla başladı. 1910 Edinburgh Dünya Misyonerler Konferansı, farklı Protestan örgütlerin ortak bir söylem üretmeye çalıştığı ilk modern buluşmaydı. Bu toplantıdan sonra “ekümenik hareket” adını alan süreç, II. Dünya Savaşı’nın küllerinden 1948’de kurulan Dünya Kiliseler Konseyi (WCC) ile kurumsallaştı. 147 kiliseyi bir araya getiren bu yapı, “birlik” fikrinin ilk kez somut bir örgütsel çerçeveye bürünmesini sağladı. WCC’nin tarihsel önemi, yalnızca teolojik uzlaşma çabasında değil, insan hakları, barış ve kalkınma gündemlerini dinî bir zeminle buluşturmasında yatar.
Bu tür birleşmelerde asıl tehlike “yeni bir blok” yaratmaktır. Ekümeniklik bir ittifak değil, bir açılma biçimidir. Kiliseler birleştiğinde değil, birbirlerinin kapısını çaldığında anlam kazanır. Bu nedenle 20. yüzyılın ortasından itibaren dinlerarası (interfaith) hareket, ekümenizmin doğal devamı olarak ortaya çıktı. 1893 Chicago Dünya Dinleri Parlamentosu bu fikrin ilk kıvılcımıydı: Budistler, Hristiyanlar, Yahudiler, Hindular ve Müslümanlar aynı sahnede konuştu. O dönemde Batı’nın kolonileştirici kibriyle baktığı Doğu, bu platformda ilk kez özne olarak yer aldı. Ne var ki dünya henüz bu diyalog fikrine hazır değildi; Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, dinlerarası söylemi boğdu.
Yirminci yüzyılın sonunda küreselleşme, göç ve teknolojik iletişim ağlarının gelişmesiyle birlikte dinî kimlikler yeniden iç içe geçti. İnsanlık, birbirinden yalıtılmış inanç adacıkları olmaktan çıkıp sürekli temas hâlindeki bir topluluklar ağına dönüştü. Bu durum, dini yalnızca inanç sistemi değil, toplumsal dayanışma, kimlik ve aidiyet mekanizması olarak yeniden tanımladı. 1993 ve 2015 yıllarında yeniden düzenlenen Dünya Dinleri Parlamentosu toplantıları, bu yeni çağın habercisiydi: artık mesele “kim haklı?” değil, “birlikte nasıl yaşayacağız?” sorusuydu.
Bu sorunun en radikal yanıtını ise 19. yüzyıl İran’ında doğan Bahai inancı sundu. Bahailik, ilahi vahyin sürekliliğini esas alır; Tanrı’nın insanlığa gönderdiği mesajların tarih boyunca aşamalı olarak aktarıldığını öne sürer. Bahâ’u’llâh, kendini bu zincirin son halkası değil, bir devam halkası olarak tanımlar. Bu düşünce, İslam’ın “son peygamber” dogmasıyla çatışsa da, modern bilinç açısından ilerici bir yön taşır: Tanrı’nın konuşması bitmemiştir. Bahailik, dini donduran kutsal metin anlayışına değil, anlamın sürekli açılımına inanır. Bahailiğin ruhban sınıfını reddetmesi, ibadetin ev merkezli bir biçimde yapılması ve topluluğun kendi kararlarını danışma yoluyla alması, onu çağdaş yurttaşlık bilinciyle örtüştürür. Bahailer için din, bir kurum değil, bir yaşam biçimidir. Bu yönüyle Bahailik, hem İslam’ın ritüel disiplinini hem de modern dünyanın vicdani özgürlüğünü birleştiren nadir köprülerden biridir. Ancak bu köprünün inşası, yüksek bir bedelle ödenmiştir: 1850’den itibaren İran’da Bahailer sistematik olarak idam edilmiş, mallarına el konmuş, çocukları eğitimden men edilmiştir. 21. yüzyılda bile İran rejimi Bahailiği “sapkınlık” olarak nitelemekte ve topluluk üyelerini yurttaşlık haklarından yoksun bırakmaktadır. Bu trajedi, ekümenik düşüncenin soyut bir entelektüel ideal değil, somut bir insan hakları mücadelesi olduğunu gösterir.
Bugün ekümenik hareketin anlamı, yalnızca teolojik diyaloglarla sınırlı değildir. Birleşmiş Milletler’in Medeniyetler İttifakı (UNAOC) ve KAICIID gibi kurumlar, dinî liderleri barış inşası, göç, iklim adaleti ve toplumsal cinsiyet eşitliği gibi alanlarda küresel politika süreçlerine dâhil ediyor. Bu durum, dinin siyasetten tamamen ayrılması gerektiği tezini sarsmıştır. Zira artık din, kamusal alanda bir güç değil, bir sorumluluk olarak görülüyor. Papa Francis’in Evangelii gaudium ve sonraki konuşmalarında öne çıkan alçakgönüllülük ve diyalog ısrarı, bu dönüşümün simgesidir: iman artık bir sınır değil, ortak bir zemin olmalıdır. Ne var ki dijital çağ, ekümenik ideali paradoksal biçimde hem güçlendiriyor hem tehdit ediyor. Sosyal medya algoritmaları, insanları yalnızca benzer düşünenlerle bir araya getirerek “dijital mezhepler” yaratıyor. Buna karşılık aynı teknolojiler, dinlerarası barış girişimlerinin sesini milyonlara ulaştırabiliyor. Bu yüzden modern ekümenizm artık yalnızca “sohbet” değil, “dijital etik” meselesidir. İnanç toplulukları dezenformasyonla, nefret söylemiyle ve manipülasyonla mücadelede ortak etik ilkeler belirlemek zorundadır.
Türkiye gibi geçiş bölgelerinde ise ekümenik hareket tarihsel olarak sancılı bir denge alanında ilerler. Anadolu, Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam’ın kesişim noktası olarak dünyanın en zengin dinsel hafızasına sahiptir; fakat bu hafıza çoğu zaman bastırılmış, siyasallaştırılmış ya da folklorize edilmiştir. Bugün Alevi-Sünni uzlaşısı, mülteci toplumlarla kurulan yeni ilişkiler ve gayrimüslim mirasın korunması gibi pratik alanlar, bu kadim hafızayı yeniden canlandırma potansiyeli taşır. Fakat nefret söyleminin yaygınlaşması, eğitimde tekçi din anlayışı ve dini kurumların siyasete bağımlılığı bu potansiyeli zayıflatır.
“Kapıları açmak” ifadesi, tam da bu noktada ahlaki bir eyleme dönüşür. Çünkü kapı, yalnızca bir geçiş değil, bir sınavdır: kimleri içeri alır, kimleri dışarıda bırakırız? Ekümenik çağın en büyük meydan okuması, “biz” ile “onlar” ayrımını teolojik zeminden toplumsal alana taşıyan bu zihinsel bariyerleri yıkabilmektir. Gerçek diyalog, bir inancın diğerine üstünlüğünü kanıtlamakla değil, birbirine tanıklık etmekle mümkündür. Bugün insanlığın önündeki kriz –iklim, savaş, yoksulluk ya da dijital şiddet fark etmeksizin– teolojik farklılıklardan değil, empati eksikliğinden doğmaktadır. Dolayısıyla ekümenik düşünce artık yalnızca dini değil, ekolojik, politik ve etik bir sorumluluk biçimidir. Armstrong’un deyişiyle, “Tanrı’ya ulaşmanın tek yolu, Tanrı’nın diğer yüzlerini tanımaktan geçer.” Kapıyı çalmak artık yetmez; kapıyı açık bırakmak, onu paylaşmak gerekir.
Bahá’í International Community. (2024). Report on the situation of Bahá’ís in Iran.
Parliament of the World’s Religions. (2015). Reclaiming the heart of our humanity: 2015 Declaration.
Pew Research Center. (2024). The rise of religious “nones” and global spirituality trends.
United Nations Alliance of Civilizations. (2023). Bridging divides through dialogue.
Vatican. (2013). Evangelii gaudium (Apostolic Exhortation).
World Council of Churches. (2024). History and mission statement.