Tanrı Tarihi #36 - Tanrı İnsan Gibi Öfkeli mi?
Köktencilik, modern çağın hem ürünü hem de tepkisidir. Onu yalnızca geçmişe saplanmış bir inanç biçimi olarak görmek eksiktir; köktencilik aslında modernliğin hızına, bilimin kuşkusuna ve ahlaki belirsizliğe duyulan panik halidir. 20. yüzyılın başında Amerikan Protestanlığında doğan bu hareket, “İncil’in hatasızlığı” ilkesini merkeze alarak bilimin ilerleyişine karşı kutsal bir savunma refleksi geliştirdi. İncil’in kelimesi kelimesine doğru olduğuna inanmak, Tanrı’nın sözünü tarihsel yoruma kapatmak anlamına geliyordu. Bu, dinin hem güvenli hem de tehlikeli bir biçimiydi: güvenliydi çünkü mutlaklık sunuyordu; tehlikeliydi çünkü her değişimi ihanet sayıyordu. Haliyle sorgulamak, düşünmek yasaklı hale geliyordu.
Darwin’in 1859’da yayımlanan Türlerin Kökeni kitabı, bu güven duvarını ilk yıkan büyük dalga oldu. İnsan soyunun Tanrı’nın bir anda yarattığı özel bir varlık değil, milyonlarca yıl süren bir evrimsel sürecin ürünü olduğunu iddia etmek, inancın merkezindeki kesinliği sarstı. Ondokuzuncu yüzyılın sonlarıyla 20. yüzyılın başları arasında Amerika’da gelişen Protestan köktencilik, bu sarsıntıya doğrudan bir tepkiydi. İncil’in kelimesi kelimesine doğru olduğuna inanan çevreler, modern bilimi “imanı çürüten” bir tehdit olarak gördü. 1925’teki Scopes Davası bu çatışmanın sembolü haline geldi: bir öğretmen evrim teorisi anlattığı için mahkemeye çıkarıldı ve suçlu bulundu. Dava, yalnızca bir hukuk meselesi değil, “Tanrı mı haklı, bilim mi?” sorusunun kamusal sahneye taşınmasıydı. Hristiyan dünyasında öfke, bu noktada doğdu: Tanrı’nın sözünü savunmak, modernliğe direnmenin bir biçimiydi.
Modern çağın bilgi devrimleri, köktenci zihniyette aynı korkuyu sürekli yeniden üretti. Çünkü bilim “belirsizliği” yüceltirken, köktencilik “kesinliği” talep eder.Benzer bir öfke dalgası, 19. yüzyılın sonunda İslam dünyasında da yükseldi. Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülmesi ve Batı sömürgeciliği, birçok Müslüman toplumu kendi kimliğini kaybetme korkusuna sürükledi. Bu dönemde bazı düşünürler dini yeniden yorumlamaya çalışırken, diğerleri “ilk çağlara dönüş” çağrısı yaptı. 1928’de kurulan Müslüman Kardeşler hareketi, modernliğe karşı dinî disiplinle direniş fikrini kurumsallaştırdı. 1979’daki İran Devrimi, bu öfkenin bir devlet biçimine dönüşmesiydi: Batı yalnızca siyasi değil, ahlaki bir tehdit olarak görülüyordu.
Bilim kuşku üretir, din inanç ister. Bu iki alan karşı karşıya geldiğinde, köktenciliğin öfkesi kaçınılmazdır. Her yeni teori, kutsal düzeni tehdit eden bir saldırı gibi algılanır. Bu öfke, yalnızca dini değil, toplumsal kimliği de savunma refleksine dönüştürür. İnanç artık bir manevi rehber değil, bir kimlik siperidir. Bu kimliğin kaynağı çoğu zaman kaygıdır. Değişim, köktenciler için Tanrı’nın yerini alan yeni bir kaos biçimidir. Tarih boyunca bu korku en çok kadın bedeni üzerinde yoğunlaştı. Orta Çağ Avrupa’sında kadın bilgeliği “cadı” olarak yaftalandı; 17. yüzyılda yalnızca Almanya’da yüz binden fazla kadın büyücülük suçlamasıyla yakıldı. Modern dönemde ise köktencilik kadın özgürlüğünü, Tanrı’nın düzenine karşı bir isyan olarak görmeye devam etti. İran’da başörtüsü yasaları, Amerika’da kürtaj yasakları, Hindistan’da dul kadınlara yönelik tabular—hepsi aynı kontrol arzusunun farklı kültürlerdeki tezahürleridir. Kadın özgürlüğü, cinsel yönelim, evrim teorisi, seküler hukuk gibi her yeni düşünce, “yaratılış düzenine” yönelik bir ihlal olarak algılanır. Modern bilimin “nasıl” sorusuna verdiği yanıt, onların “neden” sorusunu anlamsız kılar. Oysa kutsal metinler, doğayı açıklamak için değil, yaşamın anlamını kurmak için yazılmıştır. Bu fark gözden kaçtığında, metin dogmaya, inanç ise savaşa dönüşür.
Köktenciliğin bir diğer yüzü, kontrol arzusudur. Tarih boyunca gücü elinde tutan topluluklar, kutsal metinleri çoğu zaman kendi iktidarlarını meşrulaştırmak için yorumladı. Kadınların, eşcinsellerin veya farklı inanç sahiplerinin özgürleşme talepleri bu nedenle dinsel tehdit olarak algılandı. Erkek egemen toplumlarda kutsal kitaplar, iktidarın el kitabına dönüştü. Kadınların oy hakkı, kürtaj hakkı ya da dini lider olma hakkı üzerine yürütülen tartışmalar, hâlâ bu tarihsel gölgenin içindedir. Köktencilik yalnızca kadın bedenini değil, Tanrı’nın sözünü de kontrol altında tutmak ister. Bu yüzden tartışmaz, hüküm verir. Diyalog yerine fetva, sorgulama yerine yasak üretir. Çünkü tartışma, kesinliğin düşmanıdır. Oysa dinin özü diyalogdur; Tanrı insanla konuşur, insan da O’na soru sorar. Köktencilik bu diyaloğu koparır, Tanrı’yı susturur ve kendi sesini O’nun yerine koyar.
Yahudi dünyasında da benzer bir tepki hattı gözlemlenir. 1967 Savaşı sonrasında İsrail’de başlayan yerleşimci hareket, kutsal metinleri politik meşruiyetin aracına dönüştürdü. “Vaat edilmiş topraklar” artık bir metafor değil, sınır çizme gerekçesiydi. Aynı dönemde Amerika’da yükselen Evanjelik hareket de bilimi reddetmekle kalmadı, dijital medya ve televizyon aracılığıyla inancı bir siyasi mobilizasyon aracına çevirdi. Dinin öfkesi artık kutsal metinlerden değil, ekranlardan yayılıyordu.
Günümüzde köktencilik artık sadece teolojik bir mesele değil, politik bir harekettir. Küresel eşitsizlikler, savaşlar, mülteci krizleri ve ekonomik adaletsizlikler, birçok toplumu geçmişin kesinliğine sığınmaya itiyor. İnanç, hem kimlik hem güvenlik aracı haline geliyor. Bu nedenle köktencilik yalnızca dindarlığın aşırısı değil, kırılganlığın ideolojisidir. Kutsala öfkeyle sarılan toplumlar, aslında kendilerini korumaya çalışır.
Modern çağda dinin geleceği, bu öfkeyle nasıl başa çıkılacağına bağlıdır. Köktencilikle mücadele, inancı yok saymakla değil, onu tevazuya davet etmekle mümkündür. Din, bilimi reddetmeden de anlamını koruyabilir; kutsallık, değişimle birlikte de var olabilir. İnanç, bilgiyle savaşmak yerine anlamla barışmayı seçtiğinde, köktenciliğin öfkesi sönmeye başlar.
Tarih boyunca köktenciliğin öfkesinin her patlaması, sonunda kendi karşıtını da doğurdu. Engizisyon’un ardından Aydınlanma, İran Devrimi’nin ardından kadın hareketi, cihatçılığın ardından barış teolojileri güçlendi. Çünkü öfke, her defasında kendi antitezini yaratır. Belki de inanç, öfkesini Tanrı’ya değil, korkusuna yönelttiğinde yeniden insanlaşır. Belki de dinin kurtuluşu, kesinlikte değil, merhamette yatıyor. Çünkü merhamet, inanç kadar güçlü, ama öfke kadar tehlikeli değildir.
- Holloway, R. (2004). A Little History of Religion / Dinin Kısa Tarihi.
- Juergensmeyer, M. (2003). Terror in the Mind of God: The Global Rise of Religious Violence. University of California Press.
- Ruthven, M. (2005). Fundamentalism: The Search for Meaning. Oxford University Press.
- Bauman, Z. (2000). Liquid Modernity. Polity Press.
- Pew Research Center. (2024). Religious Fundamentalism and Modernization Trends.