Tanrısallaştırılmış Devlet, Küçültülmüş Birey: Güven Nereye Sığar?

Tanrısallaştırılmış Devlet, Küçültülmüş Birey: Güven Nereye Sığar?
Photo by Zdeněk Macháček on Unsplash

Toplum kendisine nasıl güvenir? Bu soruyu yüksek sesle sormak, Türkiye gibi kolektif özgüvenin mevsimlik ürün olduğu bir coğrafyada, neredeyse ayıp sayılır. Burada güven, önce devlete, sonra lidere, sonra marketteki zeytinyağının fiyatına ve en son da Allah’a havale edilir. Aradığımız bulunamazsa "Hakkımızda hayırlısı!" denir geçilir.  Birey ise kendini güvenilecek biri olarak inşa etmek yerine, güvenilecek bir şey arar. Ve bu döngüde toplum, kendine değil, yalnızca başına gelenlere refleks verir. Çünkü kendine güvenmeyi hiç öğrenmemiştir.

Türkiye'de toplumsal güven düzeyi düşüktür; bu sadece bir hissiyat değil, ölçülmüş bir gerçekliktir. World Values Survey ve OECD'nin sosyal güven araştırmalarına göre Türkiye, Avrupa ülkeleri arasında insanların birbirine en az güvendiği ülkelerden biridir. "Çoğu insana güvenebilir misiniz?" sorusuna olumlu yanıt verenlerin oranı %12 civarındadır. İsveç'te bu oran %60'tır. Aradaki fark yalnızca kültürel değil; yapısal, tarihsel ve psikolojik bir uçurumdur. Şunu söylemeden edemeyeceğim, Türkiye'de kişinin kendine duyduğu güveni, "Güçlüyüm", "Çok da tın!" gibi sosyal medya mesajları ile görebilirsiniz ve bu arazi pasif agresif bir arazidir. Gerçeği ise, aslında güçsüzdür o sırada ve her şey tın değil dan dan tepesindedir. Zaten insan çok da tın konular için çok da tın demek zorunda kalmaz. 

Ve tabii ki, bu tınlamalarda kullanılan harflerin sayısı, kişinin kaç kez kalbinden geçirdiği "beni ciddiye almazlar" hissiyle orantılıdır. Yani bir “tın” değil, “tııııııııııııııın” ise bilin ki o kişi ağlamak üzere. Mendiller müesseseden!

Bu düşük güven düzeyinin kökenleri çok katmanlıdır. Cumhuriyetin kurucu lideri Mustafa Kemal Atatürk, kul zihniyetini kırarak özgür bireyler yetiştirmeyi hedeflemişti. "Türk milleti, istiklâlini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır" sözü, yalnızca bir bağımsızlık çağrısı değil, aynı zamanda toplumsal güvenin halkın kendi öz iradesine dayanarak inşa edilmesi gerektiğine dair net bir vizyondu. Nutuk’ta yer verdiği üzere, "Millet ve memleketin mukadderatına bizzat hâkim olmak azmiyle ortaya atılan millet evlatlarından ibaret olan bu heyetin takip ettiği gayede tam bir vicdanî ve fikrî birliği vardı" diyerek, kaderini tayin etme gücünün halka ait olduğunu vurgulamıştı. 'Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür' nesiller yetiştirme ideali, tam da bu güvensizlik kültürünü dönüştürmeye yönelikti. Halkın sadece tebaa değil, özne olmasını isteyen Atatürk, eğitimi bu dönüşümün merkezine koydu. Köy Enstitüleri bu vizyonun en somut örneğiydi: sorgulayan, düşünen, üreten bireyler yetiştirme çabasıydı. Ancak bu devrimci çabanın ömrü kısa oldu. Atatürk’ün ölümünden sonra başlayan siyasal ve ideolojik yön değişimleriyle bu bireyleşme projesi sekteye uğradı. Yerine, daha itaatkâr ve pasif yurttaş tipolojisini yeniden üreten bir yapı hâkim olmaya başladı. Böylece kuldan bireye evrilecek potansiyel, yarım bırakılmış bir hikâyeye dönüştü. Osmanlı'dan devralınan merkeziyetçi yönetim kültürü, bireyi değil kul’u yetiştirmiştir. Cumhuriyet, bu yapıyı dönüştürmeye çalışsa da, halkın devlete karşı pozisyonu değişmemiştir: Devlet kutsaldır, eleştirilmez; ama aynı zamanda adaletsizdir, korkulur.  Hatta akıl almaz şekilde devleti sanki mitolojik bir tanrı olarak görme eğilimini de farkedersiniz. Ve o tanrı Zeus gibi öngörülemez şeyler de yapabilir diye düşünüyorlar, birden şişek atabilir, kararlarından ahlaki yoksunluk olabilir ama tanrı olduğu için mazur görülebilir. Bu çelişkiyle büyüyen nesiller için güvenmek de cesaret değil saflıktır. Türkiye'de insanlar güvenilmemesi gerektiğini içselleştirerek büyür. Aileler çocuklarına önce "kimseye güvenme"yi öğretir. Babana bile güvenmemeyi öğreten bir toplum! Bu da yalnızca devlete değil, birbirine, komşuya, arkadaşa, meslektaşa duyulan güveni de kemirir. Böylece toplum, korkuyla kontrol edilen, birbirine mesafeli bireyler toplamına dönüşür. Ve kimse bakmıyorsa burnunu karıştırabilirsin. 

Bu güven sorunu eğitimle de pekiştirilir. Türkiye’de eğitim sistemi, sorgulamayı değil, itaat etmeyi ödüllendirir. Öğrenciler başarılı olmak için otoriteye uyum sağlamalıdır. Bu, bireysel karar alma becerisini köreltir. Sınavdan yüksek puan almak önemlidir ama fikir belirtmek, tartışmak, karşı çıkmak değil. Bu ortamda yetişen birey, kendi aklına değil, başkasının cevabına güvenir. Yetişkin olduğunda da liderini, patronunu, hatta influencer’ını kendinden daha çok dinler. Sonuç? Kendi kararından emin olamayan bir halk; yönlendirmeye açık, sorumluluk almakta isteksiz, güvenmeyi tehlikeli bulan bir kolektif bilinçaltı. Bunun dışında kalanların ağzına tokat atıp susturan bir kalabalık!

Ve bu kalabalık öyle bir kalabalık ki, seçim anketi doldururken ülkeyi kurtarır, kasada sıra beklerken devrim planı yapar, ama eve gidince "ya biri kızarsa" diye market fişini çöpe atamaz. Bu halkın özgüven versiyonu Windows 95 gibi: çalışıyor ama en ufak bir tıklamada çöküyor. 1995'te doğanlar 30 yaşına geldi. Halimizi şimdi bir daha düşün.

Medya bu çarpık bilinçaltını büyütmek için elinden geleni yapar. Televizyon, sosyal medya ve haber portalları sürekli felaket, ihanet, kaos ve kriz pompalayarak güvensizlik hormonlarını sürekli tetikler. Birbirini dolandıran insanlar, yalan söyleyen siyasetçiler, linç edilen fikir sahipleri, hedef gösterilen gazeteciler... Tüm bu gündem, toplumun "güvenilecek kimse yok" algısını büyütür. Oysa medya, aynı zamanda insanların kimden korkması, kime itaat etmesi, kimden uzak durması gerektiğini de tarif eder. Bu tariflerin merkezinde çoğu zaman birey değil, kolektif paranoya yer alır. Ve böyle bir ortamda toplumun kendine güven duyması mümkün değildir. Çünkü özne yoktur, yalnızca tehditler ve tepkiler vardır. Ah ama şunu atlamayalım; berbat haberleriyle gelişmemizin önünde birer kahraman gibi duran medya aktörlerine de alkışlar, çiçekler, kalpler... 

Toplumun kendine güvenememesi yalnızca politik ya da yapısal değil, psikolojik bir yaradır. Kendine güven, çocuklukta kurulan güven ilişkileriyle gelişir.  Meşhur çocukluk travmalarımıza geldik! Türkiye gibi krizlerin, yoksulluğun ve toplumsal travmaların normalleştiği bir ülkede, ailelerin çocuklarına güvenli bir dünya sunması başlı başına bir lüks haline gelir. Sürekli değişen kurallar, siyasi istikrarsızlık, ekonomik belirsizlik, şiddetin olağanlaşması gibi etkenler, bireyin en temel güven ihtiyacını bile sekteye uğratır. Ve bu bireyler, bir araya geldiklerinde toplum olur. Kendi travmalarından oluşan bir kolektif. Güvensizliğin aktarıldığı, kuşaktan kuşağa miras gibi taşındığı bir kalabalık. Bu yüzden Türkiye’de toplum, yalnızca birbirine değil, kendine de güvenemez.

Bu noktada ofansif ama kaçınılmaz bir soruyu sormak gerekiyor: Güvenmeyi hiç öğrenmemiş bir toplum, özgürlükle ne yapar? Cevap basit: Korkar. O özgürlükle ne yapacağını bilmiyor ki, sosyal medyada bile başkasının söylediğini paylaşarak yaşayan bir halk, kendi fikrini söyleme ya da o fikri üretme özgürlüğünden bile habersiz. Özgürlük nasıl kullanacağını bilmediği masal diyarlarında yaşayan üstün güçlere sahip bir dev gibi. Türkiye’de özgürlük çoğu zaman kaosla eşanlamlı görülür. Bireyin kendi kararını vermesi, toplumun gözünde anarşiyle karıştırılır. "Kafasına göre takılmak" bir hak değil, tehdit olarak algılanır. Bu yüzden burada insanlar hem daha fazla özgürlük ister hem de özgür olanı cezalandırır. Çünkü özgürlük, güvenle beslenir. Kendine güvenemeyen halk, başkasının özgürlüğünü kendi güvensizliğiyle ölçer. Tartı da sürekli yanılır elbette. 

Toplumun kendine güvenmesi için önce bireyin kendine güvenmesi gerekir. Bu da büyük bir reformla değil, küçük ve sürekli bireysel pratiklerle başlar. Örneğin insan, kendi kararlarının sorumluluğunu almaya başladığında kendine güven duymaya başlar. "Ben yaptım ve sonuçlarına katlanıyorum" diyebilen biri, artık kendi varlığının öznesidir. Bu özneleşme toplumsal çapta çoğaldığında, güven kolektif bir alışkanlığa dönüşebilir. Ama bizde ne olur? Kendi kararını alan insan "sorumsuz" ilan edilir. Kendi yoluna giden "burnunun dikine gidiyor" diye aşağılanır. Çünkü burası, biat etmeyenin dışlandığı bir toplumdur. Bu dışlamanın temelinde ise, bireyin kendi varlığından emin olması değil, diğerlerinin bu varlıktan duyduğu rahatsızlık yatar. Kendine güvenen birey, güvensiz toplumu huzursuz eder.

Bu noktada birkaç rasyonel öneri sunmak şart. Birincisi, eğitim sisteminde sadece bilgi değil, özgüven ve sosyal beceriler de kazandırılmalıdır. Tartışma kültürü, empati eğitimi, hata yapma hakkı gibi konular müfredata dahil edilmelidir. İkincisi, medya politikaları güven inşa edecek içerikleri teşvik etmelidir. Sürekli korku ve kriz pompalayan yayıncılık yerine, çözüm odaklı, örnek gösteren, insani değerleri görünür kılan yayınlar desteklenmelidir. Üçüncüsü, aile politikaları güçlendirilmelidir. Ebeveynlerin çocuklara güven duygusunu aktarması için psikososyal destek mekanizmaları kurulmalı, çocukların sadece akademik değil duygusal gelişimi de izlenmelidir. Son olarak, bireyler de kendilerine küçük meydan okumalarla güven inşa etmelidir. Hayır demek, fikir beyan etmek, hata yapmayı göze almak gibi gündelik eylemler, uzun vadede kendilik değerini artırır. Ve bu değer, toplumsal dokuyu da dönüştürür.

Ancak tüm bunların gerçekleşebilmesi için önce toplumun bir şeyi kabul etmesi gerekir: Güven, doğuştan gelen bir duygu değil, inşa edilen bir tutumdur. Ve bu inşa için önce aynaya bakmak gerekir. Elbette saçları düzeltmek için değil. "Kendimize güvenmeyi ne zaman bıraktık?" diye sormak için. Ne zaman başkasının onayı olmadan adım atamaz hale geldik? Ne zaman doğrularımızı içten değil, kalabalıktan alır olduk? Bu sorulara dürüstçe yanıt veremeyen bir toplumun kendine güvenmesi mümkün değildir. Ve belki de en büyük ironi budur: Kendine güvenmeyen toplumlar, en çok kendinden korkar. Kendi kararlarından, kendi gücünden, kendi potansiyelinden...

Peki toplum kendisine nasıl güvenir? Cevap içimizde ama kimse oraya inmeye cesaret edemiyor. Çünkü orada hem bastırılmış öfke hem ezberlenmiş acziyet hem de kurtulabileceğini bile unutmuş bir birey var. O birey suskun, ama farkında. Onun gözlerinin içine bakabilen herkes bilir ki, bir toplumun güveni önce tek bir insanın kararıyla başlar: Kendine güvenmeye karar verdiği anla.

Kaynakça

• World Values Survey (2023). Wave 7 Data. https://www.worldvaluessurvey.org

• OECD (2022). Trust in Government, Institutions and People. OECD Publishing. https://www.oecd.org/gov/trust-in-government.htm

• Kalaycıoğlu, E. (2006). Turkish Political Culture and Civil Society. Turkish Studies, 7(2), 195–218.

• Weber, M. (1947). The Theory of Social and Economic Organization. Oxford University Press.

• Reich, W. (1933). The Mass Psychology of Fascism. Farrar, Straus and Giroux.

• Freud, S. (1921). Group Psychology and the Analysis of the Ego. International Psycho-Analytical Press.

• Bourdieu, P. (1991). Language and Symbolic Power. Harvard University Press.

• Laclau, E. (2005). On Populist Reason. Verso.

• Altun, M. (2018). Köy Enstitüleri ve Cumhuriyet Aydınlanması. Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, 16(31), 135–162.

• MEB (2022). Türkiye Eğitim Sistemi ve Eleştirel Düşünme Becerileri Üzerine Rapor. https://www.meb.gov.tr

• Atatürk, M. K. (1927). Nutuk. Türk Devrim Tarihi Enstitüsü Yayınları.

Read more

Tanrı Tarihi #23 Tanrı’ya mı İnsana mı Boyun Eğmeli?

Tanrı Tarihi #23 Tanrı’ya mı İnsana mı Boyun Eğmeli?

Tektanrıcılığın Ontolojik Derinliği ve İslam’ın Kurumsal Sapmaları Üzerine Karen Armstrong’un Dinin Kısa Tarihi adlı eserinin “Tanrı’nın İradesine Boyun Eğmek” başlıklı bölümü, özellikle İslam’ın teslimiyet temelli yapısını anlamak için güçlü bir başlangıç noktası sunar. Ona göre “Müslüman” olmak, kelime anlamıyla Tanrı’ya teslim olandır. Bu teslimiyet, yalnızca

By Daphne Emiroğlu
Ella Fitzgerald: Notalara Dokunan Kadın

Ella Fitzgerald: Notalara Dokunan Kadın

İnsan kendi dertlerine, beceriksizliklerine, korkularına uydurduğu bahanelere bakınca bazen utanıyor. Minik dertleri göğüsleyemeyen, küçük sorunları çözemeyen, mutsuzluklarına ve problemlerine çözüm bulamayan insanlarla, bir çoğu için dünyanın sonu denecek yerlerden yıldız gibi parlayan insanlar çıkıyor. Hepsi aynı gezegende yaşıyor. Aynı havayı soluyor. Ella Fitzgerald'dan bahsedeyim biraz. Geceleri onun sesiyle

By Daphne Emiroğlu
Satıh hâlâ müdafaaya muhtaçtır.

Satıh hâlâ müdafaaya muhtaçtır.

Mustafa Kemal Atatürk’ün Sakarya Meydan Muharebesi sırasında söylediği “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır; o satıh bütün vatandır” sözü, yalnızca bir savaş stratejisinin özeti değil, bir milletin varoluşsal mücadelesini ifade eden tarihî ve felsefî bir bildiridir. Yüzeyde bu cümle, belirli bir cephe hattının savunulmasından vazgeçilip, topyekûn direniş anlayışının benimsendiğini

By Daphne Emiroğlu