Türk kelimesini cümle içinde kullanma!

Türk kelimesini cümle içinde kullanma!
Photo by Allison Saeng on Unsplash

Barrack anlatıyor: Türk ezilsin, biz yönetelim — nostaljinin diplomasisi.

Gün geçmiyor ki biri Türkler hakkında akıllara zarar bir şey söylemesin. Türklerden çok şey yapmaya çalışılan yıllar yaşıyoruz. Türklerin geldiği noktadan kimse memnun kalmamış, anlaşılan budur. Hatta mümkünse "Türk" kelimesini de unutmamız talebiyle. Artık iş öyle bir noktaya geldi ki, Türküm dersen ağzına şaplağı yiyeceksin.

ABD Ankara Büyükelçisi Tom Barrack’ın 2025 yılında yaptığı “Türkiye için en uygun model Osmanlı millet sistemidir” açıklaması, yüzeyde bir tarihsel nostalji gibi dursa da, derin yapıda hem ideolojik hem de jeopolitik bir yönlendirme taşımaktadır. Bu açıklama, bir zamanlar çokkültürlülük olarak paketlenen ancak özünde eşitsizlik, asimetri ve dışlama üzerine kurulu bir yapıyı idealize etmektedir. Tabii büyükelçinin bunu İzmir Kordon’da rakı-balık sırasında, yan masada Zeki Müren çalarken hayal etmiş olması mümkün. Muhtemelen Osmanlı deyince aklına Kanuni geliyor, onun da yanına dizideki Sultan Süleyman’ı yerleştiriyor, epilasyonlu bir padişah hayali. Gerçek Osmanlı millet sistemiyle bugünkü Türkiye’yi kıyaslamak, acı bir baklavayla karton pizzayı kıyaslamak gibidir: İkisinde de hamur vardır ama biri mideyi, diğeri bütün geleceği bozar. Çok biliyorsunuz gibi Sayın Barrack ancak bildiğinizin hepsini söylemiyorsunuz. Biz yaşamamış olsak da hepimizin ailesi Osmanlı İmparatorluğu vatandaşıydı... Hani o çok övdüğünüz millet sistemi var ya işte onun. Ancak nasıl bir vatandaştı ya siz bilmiyorsunuz ya da romantikliğiniz tuttu.

Osmanlı millet sistemi, sanıldığı gibi barış içinde bir arada olmanın simgesi değil, dini temelli hiyerarşik bir düzenin kurumsallaşmış halidir. Ve en çarpıcısı: Bu sistemde “Türk” olmak, çoğu zaman sistemin merkezinde değil, en alt katmanında yer almıştır. Türkler "Allta kalanın canı çıksın" derler bu duruma. Amerika'da da "Step on others to get ahead" sözü biraz andırır ama Türkçe kadar açıklayıcı olmaz. Step on others kısmında şu step işini bizim üstümüzde denemek istiyorlar anlaşılan. Epeydir tepiniyorlar zaten üzerimizde gizliden ama artık aleni bir şekilde "Bakın harika bir fikrim var" diye ortalara çıkıyor.

Kısacası, Barrack’ın övdüğü o sistemde, Türkler köyde çamurda pancar sökerken, devlet yönetimi devşirme kadroların elindeydi. Türk, ya sırtında odunla ya da sırtında sopa izleriyle geziyordu. Ama öyle görünüyor ki Sayın Barrack, millet sistemini tanımlarken sadece “millet” kelimesine odaklanmış, sistemin Türk’ü nasıl sistematik olarak ezdiğini ya hiç bilmiyor ya da “bu detayla canımızı sıkmayalım” diyerek geçiyor. Yani Osmanlı’yı övüyor ama içinde Türk olmayan bir Osmanlı hayal ediyor. Amerikan dış politikası için tam da aranan model: Sahipli ama sahipsiz. Böylece kapanın elinde kalması kolay olan...

Osmanlı’da millet, etnik değil dini bir kavram olarak kullanılırdı. Gayrimüslim topluluklar kendi dini önderlerinin yönettiği yarı-otonom cemaatler olarak kabul edilirken, Müslümanlar tek blok olarak değerlendirilir ve içindeki etnik farklılıklar dikkate alınmazdı. Ancak pratikte “Türk”, devletin en uzağında, en yoksul ve en az itibarlı kimlikti. Osmanlı hayranları, imparatorluk hayalleri ile sarhoş edilirken, kendisinin de sadrazam olacağını falan hayal ediyor. Osmanlı elitleri “Türk” kelimesini kaba, eğitimsiz, köylü anlamında kullanırdı. Hatta bir padişahın, kışın ortasında Ankara'dan gelen bir heyeti görünce “Üşümediniz mi Türkler?” dediği ve arkasından dönüp “Gerçi onlar alışkındır” diye gülüştüğü rivayet edilir. Yani o dönem Türk olmak, kabaca şöyle bir statüydü: Devlete asker verir, vergi verir, ama kendisine tek bir sandalye verilmez.

Vergi yükü açısından da tablo parlak değildir. Sipahiler, ulema sınıfı, saray erkânı, medrese çevresi büyük ölçüde vergiden muaftı. Oysa Türk köylüsünün vergi menüsü zengindi: Öşür, avarız, nüzül, sürsat, devşirme... Neredeyse kahvaltıda da vergi vardı. Devlet, "Türk var mı orada?" deyince “evet” cevabı gelirse, hemen ardından "Çuvalı getirin!" diyordu. Barrack bu sistemi övdüğünde, acaba hangi kısmını övüyor? Etnik eşitsizliği mi, vergi adaletsizliğini mi, yoksa Türklerin sistemde figüran bile olamamasını mı? Bu açıklama, restoranda su isteyen bir müşteriye “Sana eskiden tulumbayla su çekiliyordu, onu anlatayım” demek gibi: Hem saçma, hem de susatıcı. Türkleri kenara alalım da işimize bakalım diyor herhalde.

Osmanlı’nın elit okulları olan Enderun gibi yapılar, Türk çocuklarına kapalıydı. Devşirme sistemiyle alınan çocuklar devletin merkezine yetiştirilirken, Türk çocukları köyde tırpan tutuyordu. Medrese sistemi Arapça ağırlıklıydı, Türkler bu dilsel bariyeri aşamadıkları için ya dışlanıyor, ya da yalnızca “saf Müslüman” kontenjanından duacı olarak sistemin kenarında kalıyordu. Eğitimden, bürokrasiden, adaletten dışlanmış bir kimliğin romantizmini yapmak, sırf iyi acıttığı için Osmanlı tokadını beğenmek gibidir. Yani hem dayak yersin hem de “çok profesyoneldi” dersin. O tokadı çok yemiş olanlardan bahsediyor ve tekrar yesinler diyor olmalı.

Sykes-Picot Anlaşması, tam da bu eşitsiz sistemin emperyal devamı niteliğindeydi. 1916 yılında İngiltere ve Fransa arasında yapılan bu gizli antlaşmayla, Osmanlı toprakları savaş sonrasında nasıl paylaşılacaksa önceden planlanmıştı. Bu plana göre bugünkü Suriye, Irak, Filistin gibi coğrafyalar parçalanmış; topluluklar birbirine düşürülmüş; etnik ve dini sınırlar yeniden çizilmiştir. Sykes-Picot, Batı’nın Osmanlı'nın çöküşünü bir “etnik parselasyon projesine” dönüştürmesidir. Barrack’ın bugün önerdiği model de bu tarihsel haritanın revize edilmiş bir versiyonudur: Etnik grupları yeniden tanımla, ayrı ayrı yaşat, merkezi gücü dağıt ve yönet. Amaç hoşgörü değil, kontrol edilebilir bir dağınıklıktır.

Kaldı ki Barrack’ın “millet sistemi” güzellemesi yalnızca Türkiye’de değil, Amerika ve Avrupa’da da tepkiyle karşılandı. Akademik çevreler bu söylemi "tarihsel bağlamdan kopuk, indirgemeci ve tehlikeli" olarak yorumladı. Örneğin William & Mary Üniversitesi’nden tarihçi Ayfer Karakaya-Stump, Barrack’a alenen “millet sistemi üzerine yazılmış eleştirel literatürü okumasını” önerdi. Onun deyimiyle, bu tür açıklamalar entelektüel tembellikten kaynaklanan ve Ortadoğu’yu hâlâ egzotik bir mozaik zanneden Batılı diplomasi alışkanlıklarının ürünüydü. Kısacası Barrack, çok kültürlülükten bahsediyor ama okudukları hâlâ oryantalist kataloglardan ibaret. Kalk iki göbek at bari de havamız değişsin.

Yunan medyası daha da sertti: Hellas Journal gibi kaynaklar Barrack’ı açıkça “Türk yanlısı bir ajan” gibi tanımladı. Reddit ve benzeri platformlarda ise Barrack’ın söylemleri alaycı şekilde tersine çevrildi. Örneğin bir kullanıcı şöyle yazdı: “Bana göre ABD için en uygun model New York millet sistemidir. New York, Florida’yı yönetmesin. Her eyalet kendi kültürünü yaşasın. Washington vergi alsın, ama karışmasın. Ne güzel olur değil mi?” Bu tür yorumlar Barrack’ın önerdiği modelin, ABD’ye uygulanması hâlinde ne kadar saçma olacağını gözler önüne serdi. Tabii bir başka kullanıcı daha kestirmeden konuştu: “Yo, fuck off, Coni… The Ottoman Empire can go fuck itself.” Barrack’ın açıklamalarını diplomatik analizle cevaplamak yerine küfürle karşılayan bu damar, belki de en net şeyi söylüyordu: Kimse bize kanla yoğrulmuş bir yapıyı çiçekli masa örtüsüyle pazarlamaya çalışmasın.

Cumhuriyet, bu aşağılık tarihsel pozisyonu tersine çevirmek için “Türk” kimliğini anayasal düzeyde tanımlamış ve merkezileştirmiştir. Bu kimliğe karşı çıkanlar, genellikle ya Cumhuriyet’e borcu olmayan elitler ya da Türk’ün varlığıyla kendi pozisyonunu tehdit altında hisseden dış aktörlerdir. Günümüzde “Türk” kelimesinden kaçınan her yeni dil oyunu (“Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı”, “Türkiye halkı”, “Anadolu insanı”) bu tarihi unutturma çabasıdır. Ve ne tesadüf ki Barrack’ın söylemiyle bu çaba arasında nokta atışı bir senkron vardır. Sanki Pentagon’da “Türk olmayıverin ne olacak arkadaşlar” diye bir kullanım kılavuzu hazırlanmış gibi.

Bu yeni dönemde “millet sistemi” güzellemesi yapmak, aslında şöyle bir mesaj içerir: “Siz ulus-devlet olmaktan vazgeçin. Herkes kendi köyüne, cemaatine, mezhebine çekilsin. Biz de yukarıdan herkesin dengede olduğuna karar veririz.” Bu modelin adı barış değil, çok katmanlı sömürü organizasyonudur. Hem siyasal hem ekonomik olarak merkezin el değiştirmesidir. Ve evet, tarihte bu sistemin uygulandığı yerde Türkler en alttaydı. Bugün Barrack’ın bu modeli övmesi, Türklerin yeniden “az konuşan, çok ödeyen” bir role itilmesinin altyapısını kurmaktır. Çok ödediğimiz her şeyi artık tek başımıza sırtlanmamız arzusu içinde yananlar var herhalde.

Ama unutulmaması gereken bir şey var: Bugünün Türk halkı, çuvalı omzunda taşıyan o eski köylü değil. Artık kendini tanıyor, tarihini biliyor, ve emperyalizmin hangi kılıkla geldiğini çok iyi ayırt edebiliyor. Yani Sayın Barrack, biz Osmanlı’nın millet sistemini hatırlıyoruz—ama sizin kadar güzel anılarımız yok. Siz “çok kültürlü uyum” gördüğünüz yerde, biz vergiden beli bükülmüş Türk’ün sesini duyuyoruz. Yani belki siz romantize ediyorsunuz, ama biz orada ezilmişliğimizin kalıntılarını hâlâ kazıyoruz. Ve kazdıkça, size inanmıyoruz. Konu inanmamak da değil, asıl önemli olan bu sizin üstünüze vazife değil.

Kaynakça

Bardakçı, M. (2008). Osmanlı arşiv belgeleriyle Türkler. Timaş Yayınları.

Georgeon, F. (2006). Abdülhamid: İslamcı bir padişahın portresi (A. Berktay, Trans.). İletişim Yayınları.

İnalcık, H. (2000). Osmanlı'da devlet, hukuk, adalet. Eren Yayıncılık.

Lewis, B. (2002). The emergence of modern Turkey (3rd ed.). Oxford University Press.

MacMillan, M. (2001). Paris 1919: Six months that changed the world. Random House.

McCarthy, J. (2001). The Ottoman peoples and the end of empire. Arnold.

Shaw, S. J., & Shaw, E. K. (1976). History of the Ottoman Empire and modern Turkey (Vol. 1). Cambridge University Press.

Timur, T. (1994). Osmanlı-Türk modernleşmesi. İmge Kitabevi.

Zürcher, E. J. (2004). Turkey: A modern history (3rd ed.). I.B. Tauris.

Read more

Tanrı Tarihi #23 Tanrı’ya mı İnsana mı Boyun Eğmeli?

Tanrı Tarihi #23 Tanrı’ya mı İnsana mı Boyun Eğmeli?

Tektanrıcılığın Ontolojik Derinliği ve İslam’ın Kurumsal Sapmaları Üzerine Karen Armstrong’un Dinin Kısa Tarihi adlı eserinin “Tanrı’nın İradesine Boyun Eğmek” başlıklı bölümü, özellikle İslam’ın teslimiyet temelli yapısını anlamak için güçlü bir başlangıç noktası sunar. Ona göre “Müslüman” olmak, kelime anlamıyla Tanrı’ya teslim olandır. Bu teslimiyet, yalnızca

By Daphne Emiroğlu
Ella Fitzgerald: Notalara Dokunan Kadın

Ella Fitzgerald: Notalara Dokunan Kadın

İnsan kendi dertlerine, beceriksizliklerine, korkularına uydurduğu bahanelere bakınca bazen utanıyor. Minik dertleri göğüsleyemeyen, küçük sorunları çözemeyen, mutsuzluklarına ve problemlerine çözüm bulamayan insanlarla, bir çoğu için dünyanın sonu denecek yerlerden yıldız gibi parlayan insanlar çıkıyor. Hepsi aynı gezegende yaşıyor. Aynı havayı soluyor. Ella Fitzgerald'dan bahsedeyim biraz. Geceleri onun sesiyle

By Daphne Emiroğlu
Satıh hâlâ müdafaaya muhtaçtır.

Satıh hâlâ müdafaaya muhtaçtır.

Mustafa Kemal Atatürk’ün Sakarya Meydan Muharebesi sırasında söylediği “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır; o satıh bütün vatandır” sözü, yalnızca bir savaş stratejisinin özeti değil, bir milletin varoluşsal mücadelesini ifade eden tarihî ve felsefî bir bildiridir. Yüzeyde bu cümle, belirli bir cephe hattının savunulmasından vazgeçilip, topyekûn direniş anlayışının benimsendiğini

By Daphne Emiroğlu