Yorgun Toplumların Kahraman Bağımlılığı

— Ve sahte kurtarıcıların neden bu kadar ikna edici olduğu üzerine bir not.
Toplumlar her zaman adalet istemez. Böyle söyleyince ne kadar acımasız duruyor, bekle anlatacağım.
Bazen sadece biri çıksın ve her şeyi onlar adına düzeltsin isterler. Çünkü o noktada, toplum adaletsizlikten değil, yorgunluktan muzdariptir. Her yerim ağrıyor… Tam öyle bir hava…
Modern çağın bireyleri özgürleşmediler; yalnızlaştılar. Karar verme yükü, geleceğini planlama baskısı, başaramama korkusu, sürekli tetikte olma hali… Sağdan mı vuracaklar, soldan mı vuracaklar diye etrafı kontrol etmekten boyun fıtığı! Kolektif ruhun parçalandığı, ideallerin buharlaştığı, gelecek tahayyülünün içinin boşaltıldığı bir çağda yaşıyoruz. Ve bu yorgunluk bireysel değil, toplumsaldır. Hep birlikte tatile gitsek yine de derdimize derman bulamayacağımız bir yorgunluk içerisindeyiz. Yazarken bile yoruldum. Zaten ben de bu yazıyı o yorgunluk sebebiyle yazıyorum. Ve kahramanlara inanmıyorum. Bu daha yorucu hale getiriyor yaşamı.

Byung-Chul Han’ın “Yorgunluk Toplumu”nda anlattığı gibi, artık birey dış baskılarla değil, kendi içindeki performans tiranlığıyla eziliyor. Kendi içimizdeki canavar!
Modern insan sadece çalışmak zorunda değil, aynı zamanda yaratıcı, girişimci, esnek, sağlıklı, fit, uyumlu, pozitif, üretken, sabırlı ve özgüvenli olmak zorunda.
Tükenmişlik burada başlıyor. Tükenmeden duramayacağın bir hayatı sürüyoruz!
Ve toplum, bu görünmeyen yorgunluk altında, düşünmek, sorgulamak, direnmek gibi yüksek enerji isteyen şeylerden vazgeçiyor. Bunun yerine, biri çıksın ve onların adına her şeyi halletsin istiyor. Kendi minik dünyamdan anlatayım, ne kadar çok şey direndiğimi hatırlamıyorum bile, bir şeye direnmeye başlıyorsun daha ona direnmen bitmeden, diğeri başlıyor, sonra diğeri, diğeri… Bir sürü şey ve sen! Siz hepiniz ben tek gibi. Belki de tek bir şeye direnmen gerekiyor ama bir türlü o “şeyi” bulamıyorsun.

İşte burada sahneye kahramanlar çıkıyor.
Ama kahraman kavramı artık destansı bir figür değil.
O, yorgun toplumun vicdan vekili haline geliyor.
Sorumluluğu devralan, suçsuzluğu sağlayan ve temsil üzerinden rahatlama hissi veren bir figür. “ Konuş! Anlat! Alkışlayacağım” rahatlığı. Yeter ki benden başka birisi konuşsun rahatlığı!
Erich Fromm’un “Özgürlükten Kaçış”ta anlattığı gibi, birey özgürlük ister ama bu özgürlükle başa çıkamayınca onu hemen bir otoriteye devreder.
Çünkü özgürlük, aynı zamanda seçimdir.
Seçim risklidir.
Risk, sorumluluk gerektirir.
Ve sorumluluk, yorgunlukla çarpıştığında kaybeder.
Bu yüzden, “kurtarıcı” figürü sadece politik değil, aynı zamanda psikolojik bir ihtiyaca yanıt verir. Toplum bir lider değil, bir “yük taşıyıcı” ister.
Kendi adına düşünecek, kendi adına konuşacak, kendi adına mücadele edecek biri.

Burada Max Weber’in karizmatik otorite kavramı devreye girer.
Weber’e göre, karizmatik otorite; yasal ya da geleneksel meşruiyet çöktüğünde, düzenin bozulduğu zamanlarda devreye girer.
Bireyler artık yasa ya da kuruma değil, “olağanüstü niteliklere sahip” bir kişiye yönelir. Bu kişi kurtarıcıdır, rehberdir, bazen peygamber gibi yüceltilir. Ama çoğu zaman, bu karizma kalıcı kurumsallığa dönüşemez.
Çünkü halk sistem istemez, figür ister. Onu tüketir, ona bedeller ödetir, sonra ağzından çiğneyip tükürüp atabilir.
Yorgunlukla birleşen karizma ihtiyacı, çok tehlikeli bir zemin doğurur:
Sahte kahramanlar.
Çünkü sorgulamak istemeyen toplum, yalnızca ne söylendiğine değil, nasıl söylendiğine odaklanır.
Duruş değil, jest izlenir.
Eylem değil, slogan ölçülür.
Birey değil, sahne izlenir.
Ve bu noktada, sahte muhalifin yükselişi kaçınılmaz olur.
Onlar sistemin ruhuna dokunmadan muhalif gibi davranmayı çok iyi bilir.
İktidarın işaret etmediği ama dokunmadığı alanlarda rahatlıkla muhalif görünürler.
Onlar, sistemin içinden ama sistem karşıtı gibi konuşurlar.
Gerçekte bir şey değiştirmezler, ama toplumun “bir şey değişiyormuş” hissini sömürürler. İşte ben de sizdenim ey yorgunlar! Ama öyle çok da inanmayın.
Sahte muhaliflerin başarısı, sadece zekâlarında değil, toplumun körleşmesindedir. Toplum bir figürü aşırı idealize ettiğinde, o figürün etrafında dönen yapıları sorgulamaz. Çünkü kahramanı kutsamak, onun yanındakileri de görünmezce kutsamaktır. Ve işte tam bu zemin, statükoyu sürdüren ama kendini muhalif gibi pazarlayan figürleri büyütür.
Bir gazeteci, bir yazar, bir STK lideri — ekranlarda “halk için” konuşuyordur belki ama, hangi fonla, hangi bağlantılarla, hangi sermayeyle desteklendiği sorulmaz. Çünkü bir kez “bizden” ilan edildi mi, artık o sorgulanamaz olur.
Tıpkı bir din adamına inanan cemaat gibi:
Eleştirmek günah, anlamamak senin suçundur.
Ve işin ironik yanı, toplumun bu aşırı idealizasyonu, çoğu zaman gerçek kahramanları da gölgede bırakır. Çoğu zaman bile değil, neredeyse her zaman… Gölgede kalmayanı da el birliği ile gölgeye sokarlar.
Sistemi gerçekten sarsanlar değil, sisteme zarar vermeden eleştirenler görünürlük kazanır.
Çünkü sistem, muhalifini bile seçer.
Onun istediği muhalif: kibar, ölçülü, kısmen kontrollü ve kurumsal estetiğe uygun olandır.
Ve yorgun toplum da, bu muhalifi kabullenir.
Çünkü enerjisi tükenmiştir.
Çünkü gerçek muhalefet yorucudur.
Ve toplum artık dinlenmek, izlemek, takdir etmek ve umutlanmak ister.
Yani kahraman arayışı, aslında bir kaçıştır.
Kurtuluş değil, ertelenmiş bir krizdir.
Ve biz hâlâ bekliyoruz:
Biri çıksın, söylesin, anlatsın, düzeltsin… Emojileri tepesinden aşağıya dökelim. Zira artık koltuğa kıvrılıp minik ekranlardan sözde kahramanları izliyoruz.
Oysa sorumluluk devredilemez.
Uyanıklık da temsil edilemez.
Kahramanlar geçicidir.
Ama eleştirel bilinç, hep gereklidir.
Bu yüzden artık kahraman aramayı değil, her bireyin kahramanlaşabileceği koşulları inşa etmeyi öğrenmeli insanlık. Öğrenebilir mi? Bilmiyorum… Onu da birisi öğretsin ister.
Çünkü sürekli bir kurtarıcıya ihtiyaç duyan toplum, hiçbir zaman kurtulmaz.
Sadece başka bir kurtarıcıya bağımlı hale gelir. Kurtarıcı sandığı ise bazen sadece kendini kurtarıyordur, onun yorgun omuzları üzerinde yükseliyordur.