Yorumcular Yordu: Beynimize Yapılan Entelektüel Tefecilik

Bilimsel açıklamalarla desteklenen ofansif bıkkınlık manifestosu
Artık kimsenin “haber alma” gibi bir derdi yok. Herkes yalnızca kendi dünya görüşünü süsleyen bir cümle arıyor. Ve bunu karşılayan dev bir sektör var: Yorumcular. Onlar her akşam ekranlarda, YouTube’da, sosyal medyada… Aynı cümleleri döndürüp duruyorlar. Ama halk, sıkıldı. Hatta bıktı.

Peki neden?
Benim yaptığım ankete göre insanların %41’i “tekrar eden boş analizlerden”, %26’sı “tarafgirlikten”, %23’ü “güvensizlik ve sıkılmadan”, %10’u da “bilgi kirliliğinden” yakınıyor.
Bu yazı hem bu şikayetleri bilimsel açıklamalarla temellendirecek, hem de sinir bozucu gerçekleri ofansif mizahla suratımıza çarpacak.
🧠 1. Bilgi Kirliliği (%10)
“Bilgi kirliliği var!” diyen, 5 dakika sonra ‘Merkür retrosu’ videosuna ‘cidden mantıklı’ diye yorumu atıyor. İnsanın en şefkat duyulası an bu an işte.
Bilgi çağında yaşıyoruz ama bilgiyle donanmak yerine, onun altında gömülüyoruz. Sosyal medyada ve televizyon ekranlarında sunulan haberlerin çoğu, dikkat çekmek için çarpıtılıyor, bağlamından koparılıyor ya da kasıtlı olarak abartılıyor.
🔍 Herbert A. Simon (1971), dijital çağın en temel paradoksunu şöyle açıklar: “Bir bilgi bolluğu, dikkat kıtlığına yol açar.” Yani maruz kaldığımız bilgi miktarı arttıkça, odaklanma kapasitemiz azalıyor. Bu size neden story izlediğiniz, storylerin neden 15 saniye olduğu, neden en kısa videoların izlendiği konusunda bilgi verir sanırım.
Pennycook & Rand (2018) tarafından yapılan çalışmalarda ise “bullshit receptivity” testleriyle bireylerin süslü ama anlamsız ifadeleri bilgi sanma eğilimi ölçüldü. Sonuç: Ne kadar çok bilgiye maruz kalırsak, saçmalığı bilgi sanma ihtimalimiz artıyor.
Bu yüzden bir grubun %10’u hâlâ bilgi kirliliğinden şikayet edebiliyor; çünkü geri kalan %90, bilgi kirliliğini bilgi sanıyor.
🎭 2. Tarafgirlik / Algı Yönetimi (%26)
“Tarafsızım” deyip 3 kurumun WhatsApp grubundan çıkamayan yorumcudan bağımsız analiz mi bekliyorsun?
Modern medya artık bir analiz sahnesi değil; bir pozisyon alma sahnesi. Yorumcular “görüş” beyan etmiyor, görev ifa ediyor.
📚 Noam Chomsky & Edward S. Herman, Manufacturing Consent adlı eserlerinde, medyanın bağımsız bir gözlemci değil, iktidar ilişkileri içinde işlevsel bir propaganda aracı olduğunu anlatır. Özellikle kâr amacı güden medya kuruluşlarının, kamu çıkarından ziyade sponsor ve sahiplerinin çıkarlarını önceledikleri vurgulanır.
📺 Robert Entman ise “Framing Bias” adlı çalışmasında, medya organlarının olayları belli çerçeveler içinde sunarak izleyiciye ne düşüneceğini değil, neyi düşüneceğini dayattığını gösterir. Bu çerçeveleme, açık bir manipülasyon biçimidir.
💣 Taraflılık, artık istisna değil norm haline geldi. Taraf giren çıkamıyor; çünkü çıktığında reyting de çıkıyor.
🔁 3. Tekrar Eden Boş Analizler (%41)
“Bu analizler Türkçe, ama içerik Esperanto*.”
Bu, anketin açık ara kazananı. İnsanlar en çok tekrar eden, içi boş, hiçbir fikir derinliği taşımayan yorumlardan bıkmış. Yorumculuk, düşünce üretmekten çok yankı üretmeye dönüştü.
🧠 Daniel Kahneman, Thinking, Fast and Slow kitabında iki tür düşünmeden bahseder: hızlı ve yüzeysel (Sistem 1) ile yavaş ve analitik (Sistem 2). Medya, genellikle izleyicinin yüzeysel (Sistem 1) düşünmesini teşvik eder; çünkü karmaşık düşünce, dikkat gerektirir.
Ve elimizde o dikkati besleyecek yorumcu yok, üzgünüz.
📚 Nicholas Carr, The Shallows adlı kitabında, dijital çağın insan beynini nasıl yüzeysel düşünmeye ittiğini anlatır. Zihinsel derinlik değil, “kaydırılabilir” içerik esas alınır.
📡 Eli Pariser, Filter Bubble terimini tanıtarak, algoritmaların insanları tekrar eden fikir baloncuklarında nasıl boğduğunu açıklar. Sosyal medyada da, TV’de de yorumcular bu baloncuğun içini aynı sözlerle şişiriyor.
Sonuç? Herkes bir şey söylüyor ama kimse yeni bir şey söylemiyor. Sanki Türkiye’nin tüm analizcileri, ortak bir Google Doküman’dan kopyala-yapıştır yapıyor. Onları dinleyeceğime, aynı şarkıyı 89.456 kez dinlemek çok daha faydalı. En azından müzik ruhun gıdası!
😒 4. Kimseye Güvenmiyorum / Sıkıldım (%23)
“Yorumculardan sıkıldım” deyip hâlâ aynı kişileri izliyorsan, sen aslında Stockholm sendromlusun.
Ankete katılanların neredeyse dörtte biri artık güvenmiyor. Çünkü artık herkesin bir niyeti var; ve niyetler, analizlerin önüne geçmiş durumda.
📊 Edelman Trust Barometer (2024) verilerine göre Türkiye, medya güveni konusunda dünyada son sıralarda. Halkın yalnızca %32’si geleneksel medya organlarına güven duyduğunu belirtiyor.
🌊 Zygmunt Bauman, Liquid Modernity (Akışkan Modernite) adlı kitabında, modern bireyin güven ilişkilerinde yaşadığı kırılganlığı vurgular. Sabit aidiyetler, kalıcı güven ilişkileri artık imkânsızdır. Medya da bu akışkanlık içinde anlamını kaybeder.
📉 McChesney (2008) ise medya organlarının artık kamu hizmeti değil, piyasa oyuncusu olduğunu söyler. Onlar halk için değil, yatırımcısı için konuşur.
Bazen de kendini Yorutube gibi bağımsız alanlarda bağımsız gibi tanıtır. Hiç bir sorun çıkmaz.
Yani halk aslında medya analizine değil, “abonelik sistemine” maruz kalıyor. Bir yerlere abone olmalı mıyız? evet, bazı abonelikler bizi pişman edecek mi? Çok pişman edecek… Pişman olmayacağımız abonelikler diliyorum.
💬 Sonuç:
Yorumcular artık gazeteci değil; içerik pazarlamacısı. Yorum değil, kampanya yürütüyorlar. Ve sen hâlâ “tarafsız biri var mı acaba?” diye soruyorsan…
Önce aynaya bak. Belki de en son etkilendiğin analiz, aslında sadece senin önyargılarını güzelce süsleyen bir yankıydı.
Esperanto* — 1887’de Polonyalı Ludwik Lejzer Zamenhof tarafından geliştirilen yapay bir dildir. Amacı, farklı ana dillerden gelen insanların kolayca iletişim kurabilmesi için evrensel, tarafsız ve basit bir ortak dil yaratmaktı.Ancak pratikte Esperanto: Ne bir ülkenin kültürünü taşır, ne de doğal bir dilin derinliğine sahiptir.