Antonio Gramsci

Antonio Gramsci

Antonio Gramsci, 22 Ocak 1891’de İtalya’nın Sardinya adasının küçük bir kasabası olan Ales’te dünyaya geldi. Sardinya, 19. yüzyıl sonlarında İtalya’nın geri kalmış bölgelerinden biriydi; feodal ilişkiler hâlâ güçlüydü ve ada, kuzey İtalya’nın sanayileşmiş bölgelerine göre ekonomik açıdan oldukça yoksuldu. Gramsci’nin ailesi yedi çocukluydu ve babası Francesco Gramsci küçük bir devlet memuru olarak çalışıyordu. Ancak babasının rüşvet suçlamasıyla bir süre hapse girmesi, aileyi daha da yoksullaştırdı. Annesi Giuseppina Marcias, çocuklarını büyük zorluklarla büyüttü. Antonio çocuk yaşta ciddi sağlık sorunlarıyla karşılaştı; omurga tüberkülozu nedeniyle kambur kaldı, sürekli ağrılar çekti ve boyu kısa kaldı. Bu rahatsızlıklar onun toplumsal hayatta dışlanmasına yol açtı, ancak zekâsı ve öğrenmeye duyduğu iştah erken yaşta dikkat çekti.

Çocukluk yıllarında Sardinya’nın sosyal yapısı, Gramsci’nin ileride geliştireceği sınıf analizi için önemli bir zemin hazırladı. Ada, kuzeydeki sanayi merkezlerine kıyasla geri kalmış bir tarım bölgesiydi. Yerel halk, devlet memurlarına, kuzeyli tüccarlara ve aristokratlara karşı derin bir güvensizlik besliyordu. Gramsci’nin kendi ailesinin yaşadığı ekonomik zorluklar ve devletin baskıcı yönü, onun zihninde iktidar, adalet ve eşitsizlik meselelerini erken yaşta şekillendirdi.

Lise eğitimini Cagliari’de tamamlayan Gramsci, burada Sardinya’nın taşrasından çıkıp modern fikirlerle tanıştı. 1911’de Torino Üniversitesi’ne girmeye hak kazandı ve filoloji bölümüne kaydoldu. Torino, İtalya’nın sanayi başkentiydi; Fiat fabrikaları etrafında yoğun bir işçi sınıfı oluşmuştu ve sosyalist hareketler giderek güçleniyordu. Gramsci için Torino yılları, hem entelektüel gelişiminin hem de politik formasyonunun dönüm noktası oldu. Üniversite hayatında Benedetto Croce’nin idealist felsefesi ve Antonio Labriola’nın Marksizm yorumuyla tanıştı. Croce’nin tarih anlayışını eleştirel biçimde özümsedi, Labriola’dan ise tarihsel materyalizmin yorumunu aldı. Ancak ekonomik sıkıntılar ve kronik sağlık sorunları yüzünden üniversiteyi bitiremedi. Buna rağmen okuduğu metinler, işçi hareketleriyle kurduğu bağ ve gazetecilik faaliyetleri, onun entelektüel kimliğini inşa etti.

Gramsci, 1910’ların ortalarından itibaren sosyalist basında yazılar kaleme almaya başladı. 1916’da İtalya Sosyalist Partisi’nin gazetesi Avanti!’de yazdı ve işçilerin örgütlenmesini savundu. 1919’da Palmiro Togliatti ve birkaç arkadaşıyla birlikte L’Ordine Nuovo (Yeni Düzen) gazetesini çıkardı. Bu gazete, işçilerin fabrika konseyleri aracılığıyla doğrudan demokrasi kurmalarını savunuyordu. Gramsci’ye göre işçi sınıfı, yalnızca ekonomik mücadeleyle değil, aynı zamanda kültürel hegemonya kurarak toplumsal dönüşüm sağlayabilirdi. Burada ilk defa “hegemonya” kavramını teorik bir çerçeveye oturtmaya başladı.

1921’de Sosyalist Parti’den ayrılarak İtalyan Komünist Partisi’nin kurucuları arasında yer aldı. Aynı dönemde Komintern’in toplantılarına katılmak üzere Moskova’ya gitti. Burada Sovyet deneyimini yakından gözlemledi ve Lenin’in fikirlerinden etkilendi. Moskova’da Julia Schucht ile tanıştı, evlendi ve bu evlilikten iki oğlu oldu. Fakat Gramsci’nin hayatı İtalya’ya döndüğünde hızla karardı. 1922’de Benito Mussolini faşist iktidarı kurdu ve 1924’ten sonra baskılar yoğunlaştı. Faşistlerin karartmadığı hayat yoktur zaten. Gramsci, 1924’te milletvekili seçilerek dokunulmazlık kazansa da, Mussolini rejimi 1926’da muhalefeti tamamen bastırmaya karar verdi. Aynı yıl Gramsci tutuklandı. Savcı, mahkemede onun tehlikesini şu sözlerle özetledi: “Bu beynin 20 yıl çalışmasını durdurmalıyız.”

Gramsci, 20 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Önce Ustica Adası’nda, ardından Turi Hapishanesi’nde ağır koşullar altında yaşadı. Sağlığı hızla bozulmasına rağmen yazmayı sürdürdü. 1929’dan itibaren defterler tutmaya başladı. Bugün “Hapishane Defterleri” (Quaderni del carcere) olarak bilinen bu yazılar, 33 defterden ve binlerce sayfadan oluşur. Gramsci, burada modern siyaset teorisinin temel taşlarını attı. Ona göre iktidar yalnızca devletin baskı aygıtlarıyla değil, aynı zamanda sivil toplumun kurumlarıyla da sürdürülür. Kilise, okul, medya ve kültürel üretim araçları egemen sınıfın ideolojik üstünlüğünü yeniden üretir. Bu durumu “hegemonya” kavramıyla açıkladı. Hegemonya, yalnızca zorla değil, rıza yoluyla yönetme biçimidir. Egemen sınıf, alt sınıfların rızasını kazanarak kendi dünya görüşünü “doğal” ve “evrensel” gibi gösterir. Bu analiz, 20. yüzyıl boyunca siyaset bilimi, kültürel çalışmalar ve sosyolojide derin etkiler yarattı.

Gramsci ayrıca “organik aydın” kavramını geliştirdi. Ona göre her sınıf, kendi ihtiyaçları doğrultusunda aydınlar üretir. Burjuvazi yalnızca politik iktidarı değil, kültürel alanı da kendi aydınları aracılığıyla kontrol eder. Ancak işçi sınıfı da kendi organik aydınlarını yetiştirebilir ve hegemonya mücadelesini kültürel düzleme taşıyabilir. Bu fikir, ileride Latin Amerika’da bağımlılık kuramcılarını, İngiltere’de Birmingham Okulu’nu, Fransa’da yapısalcı Marksistleri derinden etkileyecekti.

Gramsci’nin hapisteki yazılarında eğitim, dil, halk kültürü ve tarih üzerine düşünceler de yer aldı. Dilin toplumsal kimlik üzerindeki rolüne dair gözlemleri, bugün hâlâ dil sosyolojisinin kurucu yaklaşımlarından biri sayılır. Halk masalları ve folklor üzerine analizleri, kültürün sadece üst sınıfların değil, aynı zamanda halkın da üretimi olduğunu vurguladı. Bu yaklaşım, halk kültürü araştırmalarına yeni bir boyut kazandırdı.

Ne var ki hapishane koşulları Gramsci’nin bedenini yıpratmaya devam etti. Tüberküloz, böbrek yetmezliği, hipertansiyon ve felç belirtileriyle boğuştu. Defalarca hastaneye kaldırıldı. 1934’te sağlık durumu nedeniyle serbest bırakıldı, fakat hâlâ polis gözetimi altındaydı. Son yıllarını Roma’da geçirdi. 27 Nisan 1937’de, henüz 46 yaşındayken beyin kanaması sonucu hayata veda etti. Ölümü, yalnızca bir düşünürün kaybı değil, aynı zamanda faşizmin susturmak istediği bir entelektüelin trajedisiydi.

Gramsci’nin yazıları ölümünden sonra yavaş yavaş yayımlandı. 1947’den itibaren İtalya’da defterlerinden seçmeler basıldı. 1970’lerde ve 80’lerde İngilizce, Fransızca ve Almanca çevirilerle dünya çapında tanınmaya başladı. Bugün Hapishane Defterleri, siyaset bilimi ve kültürel çalışmaların temel kaynaklarından biridir. Gramsci’nin hegemonya kuramı, yalnızca Marksist literatürde değil, aynı zamanda liberal ve postmodern teorilerde de yankı buldu. Örneğin Stuart Hall, Raymond Williams ve Ernesto Laclau gibi isimler Gramsci’nin kavramlarını kendi teorilerine uyarladılar. Latin Amerika’da ise özellikle Brezilya’da Paulo Freire’nin eğitim felsefesi, Gramsci’nin hegemonya ve kültürel mücadele anlayışıyla beslenmiştir.

Bugün Antonio Gramsci, yalnızca bir siyaset teorisyeni olarak değil, aynı zamanda kültürel dönüşümün ve entelektüel sorumluluğun evrensel bir simgesi olarak kabul edilmektedir. Onun hayat hikâyesi, bir yoksul köy çocuğunun dünya düşünce tarihinde silinmez bir iz bırakabileceğinin kanıtıdır. Aynı zamanda trajik bir öyküdür; bir yandan bedensel engeller, yoksulluk ve baskıyla boğuşurken, diğer yandan teorik yaratıcılığıyla insanlığın kolektif düşünce mirasına en değerli katkılardan birini sunmuştur. Gramsci’nin hikâyesi, faşizmin baskısıyla hapiste çürütülmek istenen bir beynin, ölümünden sonra bile yüzyıllar boyunca konuşmaya devam edebileceğini göstermektedir.

Kaynakça

  • Buttigieg, J. A. (1992). Prison Notebooks, Vol. 1. New York: Columbia University Press.
  • Cammett, J. (1967). Antonio Gramsci and the Origins of Italian Communism. Stanford: Stanford University Press.
  • Fiori, G. (1970). Antonio Gramsci: Life of a Revolutionary. London: Verso.
  • Forgacs, D. (2000). The Antonio Gramsci Reader: Selected Writings 1916–1935. New York: NYU Press.
  • Gramsci, A. (1971). Selections from the Prison Notebooks. New York: International Publishers.
  • Hoare, Q., & Nowell-Smith, G. (Eds.). (1971). Selections from the Prison Notebooks of Antonio Gramsci. London: Lawrence and Wishart.
  • Thomas, P. (2009). The Gramscian Moment: Philosophy, Hegemony and Marxism. Leiden: Brill.

Read more

Kadınlığın Rengi: Marilyn Monroe ve Sarışınlık Dininin Doğuşu

Kadınlığın Rengi: Marilyn Monroe ve Sarışınlık Dininin Doğuşu

Norma Jeane Mortenson, 1946’da saçlarını platine boyadığında yalnızca kimliğini değil, kadınlığın endüstriyel standardını da yeniden icat etti. Hollywood o anda yeni bir tanrıça yarattı: Marilyn Monroe. O günden itibaren milyonlarca kadın saçlarını sarıya boyarken aslında boyadığı şey saçları değil; kendini toplumsal onay için boyadı. Monroe yalnızca bir aktris değil,

By Daphne Emiroğlu