Bir Parmağın Ucunda Tükendi Aşk
Modern birey, parmağının ucunda evreni taşıdığını sanıyor. Oysa taşıdığı şey, sinaptik kapasitesini kemiren bir laboratuvar deneyinden ibaret. Deney demek bile hafif kalır belki de; artık bir yaşam biçimi. Sosyal medya, dikkat denen sınırlı bilişsel kaynağı yeniden biçimlendirerek yalnız davranışlarımızı değil, biyolojik ritmimizi de sömüren bir ekosistem yarattı. Artık düşünmek yerine kaydırıyoruz; çünkü kaydırmak, düşünmekten daha hızlı bir dopamin getirisi sağlıyor. Ve beyin, ödülün büyüklüğüne değil, hızına bağımlı hale geliyor.
Sinirbilim bu dönüşümün matematiğini açıkça ortaya koyuyor. Ortalama insan dikkat süresi, 2000’li yılların başında 12 saniye civarındayken, Microsoft’un 2015 tarihli bilişsel analizine göre 8 saniyeye düşmüş durumda (Microsoft Canada, 2015). Yani, bir Japon balığının bile insandan daha uzun süre odaklanabildiği bir çağda yaşıyoruz. Bu istatistik yalnızca ironik bir metafor değil; dijital ortamda sürekli maruz kalınan uyarıcı yoğunluğunun kortikal devrelerde nasıl bir “hiperstimülasyon” yarattığının göstergesi. Sürekli kaydırma davranışı, beynin ödül merkezindeki dopamin salınımını kısa aralıklarla tetikliyor, bu da prefrontal korteksin yürütücü işlevlerini — özellikle planlama, karar verme ve uzun süreli odaklanmayı — baskılıyor (Robinson et al., 2017).
Bu baskılanma, tıpkı madde bağımlılığında gözlenen nörolojik süreçlerle benzerlik gösteriyor. Sosyal medya uygulamaları, bilinçli olarak tasarlanmış değişken oranlı ödül sistemleriyle (variable ratio reinforcement schedules) çalışıyor. Yani kullanıcı bir sonraki kaydırmada neyle karşılaşacağını bilemediği için, tıpkı bir kumar makinesi gibi davranıyor (Alter, 2017). Bu öngörülemezlik, dopamin devrelerini maksimum uyarı düzeyinde tutuyor. Her yeni içerik, potansiyel bir “mini ödül” beklentisi yaratıyor. Nörolojik açıdan bakıldığında, bu durum beynin “mesolimbik dopamin yolu”nda sürekli bir aktivasyon hali anlamına geliyor. Böylece birey, içerikten çok olasılığa bağımlı hale geliyor — kara bahtın kem talihli yolunda beynin kaybedilişi. Ancak sosyal medyanın etkisi yalnızca nörokimyasal düzeyde kalmıyor; aynı zamanda kültürel bir yeniden biçimlenme yaratıyor. McLuhan’ın “medium is the message” tezini (1964) hatırlarsak, mesajın biçimi, içeriğinden daha belirleyici hale geliyor. Bugün, mesajın biçimi hız. Hız, anlamın yerini alıyor. Düşüncenin yerini, dikkat ekonomisi alıyor. Dijital platformlar için kullanıcının dikkati, bir reklam verisinin altın cinsinden karşılığına dönüştü. Bu yüzden algoritmalar, insanın dikkatini derinleştirmek yerine parçalara ayırarak yeniden paketliyor. İnsan artık bir bütün olarak düşünmektense, mikrodakikalık tepkiler üreten bir organizmaya dönüşüyor.
Sosyolog Hartmut Rosa (2013), modern toplumun “toplumsal hızlanma” kavramını tartışırken, zamanın artık bir ölçü birimi değil, bir baskı aracı haline geldiğini belirtir. Sosyal medya, bu hızlanmanın dijital tezahürüdür. İçerikler, bireyin zaman algısını parçalayıp, her kaydırmayı yeni bir mikro-şimdiye dönüştürür. Bu mikro-şimdiler arasında süreklilik yoktur; yalnızca geçicilik, kırılma ve tekrar vardır. Bu nedenle, bir izleyicinin 46 saniyelik bir monoloğa tahammül edememesi yalnızca sabırsızlık değil, kronolojik bir mutasyondur. Beyin, artık uzun süreli bir dikkat dizisi kurmakta zorlanmaktadır; çünkü zamansal bağlam, kesintili dopamin döngülerine indirgenmiştir. Beyin, arka arkaya aldığı kısa hazları arzular; çünkü süreklilik artık dopamin aralığıyla ölçülür.
Bu durumun psikolojik yansıması, Amerikalı psikolog Clifford Nass’ın “task switching cost” olarak tanımladığı bilişsel yorgunluk biçiminde gözlemlenir (Nass et al., 2009). Yani sürekli kaydırma davranışı, beynin sürekli olarak görev değiştirmesine neden olur. Her yeni içerik, kısa süreli hafızayı sıfırlayan bir mikro geçiştir. Bu geçişler o kadar sık yaşanır ki, bireyin bilişsel kapasitesi birikimli öğrenme ya da derin düşünme için yetersiz hale gelir. Bu noktada dijital yorgunluk, yalnızca zihinsel bir tükenme değil, aynı zamanda varoluşsal bir boşluk biçimidir. Çünkü birey, kendi dikkatini dahi kontrol edemediği bir evrende, öznenin otoritesini kaybeder. “Okuduğunu anlamayanlar çoğaldı” diyenler çok da haksız değil; bunu dinleyenler anlamıyor, insanlar dinlemiyor, dinleyemiyor, okuyamıyor. Kaydırma aktivitesinin bu duruma tek başına sebep olduğunu söylemek doğru olmaz, ama etkisini de yok saymak mümkün değildir.
Shoshana Zuboff (2019), bu süreci “gözetim kapitalizmi” olarak tanımlar. Platformlar, kullanıcı davranışlarını yalnızca izlemekle kalmaz; onları öngörür, biçimlendirir ve ekonomik değere dönüştürür. Dikkatin metalaşması, insan bilincini bir üretim bandına dönüştürür. Artık üretim, emekle değil; zamanla ölçülür. Bir video izlenmediğinde, aslında bir üretim zinciri kırılmış olur. Sosyal medya ekonomisinde “kaydırma”, hem tüketim hem üretim eylemidir. Böylece birey, kendi dikkatinin işçisi haline gelir. Nitelik arayan insanlar, nitelikli ve emek yoğun içerikleri izleyemez hale gelir ve böylece nitelik de bu ormanda parçalanıp kenara atılmış olur. Bu yeni toplumsal yapı, Baudrillard’ın (1981) “simülakrlar” kavramıyla da örtüşür. Kullanıcı, artık gerçek deneyimi değil, deneyimin temsiline tepki verir. Bir video izlerken anlamı değil, biçimi ölçer: Kaç saniye sürdü, ritmi yeterince hızlı mı, duygusal yoğunluğu anında tetikliyor mu? Dolayısıyla anlam, zamansal derinliğini yitirir; bir “anlık duygulanım”a indirgenir. Bu, kültürel olarak bir tür infantilizmdir. Zihinsel olgunluk, sabırla inşa edilir; sabrın yerini sürekli uyarım aldığında, toplumsal zeka da çocuklaşır. Ve elbette, bu çocuklaşmış bilincin başında artık bir bakıcı değil, bir yönetici vardır: algoritma.
Nöropsikolojik veriler, bu çocuklaşmanın biyolojik temellerini de destekliyor. Sürekli kısa videolara maruz kalan bireylerde, “default mode network” olarak bilinen içsel düşünme ağı zayıflıyor (Yuan et al., 2022). Bu ağ, kişinin kendisiyle ilgili farkındalığını, geçmiş deneyimlerinden anlam çıkarma kapasitesini ve soyut düşünme becerisini yönetir. Ancak sosyal medya akışları, bu ağı pasif hale getirir. Beyin, dış uyaranlara koşullandığı için içsel düşünmeye vakit bulamaz. Böylece birey, dışsal içerik olmadan kendi iç dünyasında yön bulmakta zorlanır.
Toplumsal sonuçları ise daha geniştir. Neil Postman (1985), Amusing Ourselves to Death adlı eserinde, bilginin eğlence biçiminde sunulmasının kamuoyunu aptallaştırdığını vurgular. Bugün bu tespit, sosyal medya çağında neredeyse biyolojik bir gerçekliğe dönüşmüştür. Politikadan kültüre kadar her alan, dikkat ekonomisinin temposuna göre şekillenmektedir. Artık bir düşünce ne kadar doğru olduğu kadar, ne kadar hızlı tüketildiğiyle ölçülür. Uzun anlatılar, kamusal alanda görünmez hale gelir. Bu nedenle bir karakterin konuşmasının 46 saniye sürmesi, “fazla uzun” değil, “fazla bilinçli” olarak algılanır.
Beyin, hızla tüketilen içeriklere alıştığında, durağanlık tehdit gibi algılanır. Bu, psikolojik olarak “stimulus deprivation” (uyaran yoksunluğu) kaygısını tetikler. Bir video yavaş ilerliyorsa, izleyici bilinçaltında bir tür mini panik yaşar. Çünkü beyin, bir sonraki ödülün gecikmesini kayıp olarak kodlar (Turel et al., 2014). Bu nedenle dijital çağda insanlar yalnızca içerik bağımlısı değil, zaman bağımlısı haline gelmiştir. Zamanın boşluğu, bir tür yokluk duygusu yaratır. Bu da bireyin gerçek dünyada sıkılma, bekleme, dinlenme gibi eylemleri tehdit olarak algılamasına yol açar. Bu hale getirilen insanlar da genellikle bu bilgilerden mahrum kalır; çünkü okumak ve sekiz saniyeden daha fazla vakit geçirmek gerekir, ayrıca alıştıkları haz yoktur. Bu süreçte sosyal medya, insan davranışını yalnızca hızlandırmakla kalmamış, değer algısını da yeniden tanımlamıştır. Bir içeriğin değeri artık “derinlik” veya “içerik kalitesi” ile değil, tamamlanmadan önce terk edilme süresiyle ölçülür. Bu durum, sosyal medya uygulamalarının içerik üreticilerine sunduğu raporlarda açıkça görülür: Videonun hangi saniyede terk edildiği, artık estetik değil, ekonomik bir metriktir. Instagram’da Reels videolarının en uzunu üç dakikadır. Bu, epistemolojik bir kırılmadır: Bilgi, anlam üretmekten çok, dikkat çekmek için var olur. Dikkat ekonomisinin temel mantığı budur: En fazla dikkat çeken, en az düşündürendir.
Bu tablo, nihayetinde ahlaki bir boyut da taşır. Çünkü dikkat, etik bir eylemdir. Birine ya da bir fikre dikkat vermek, onu ciddiye almak, ona zaman ayırmak anlamına gelir. Sosyal medya çağında zaman, kutsal olmaktan çıkmıştır. Bu yüzden bir karakterin konuşmasını dinlemek artık bir sabır değil, bir lüks haline gelmiştir. İnsanlığın kendine dair en önemli kapasitesi olan dikkat, artık kendi ekonomisinin kurbanıdır. Beynin ödül sistemine teslim olmuş bir medeniyet, düşünme sürecini “gecikmiş dopamin” olarak algılıyor. Düşünmek, artık algoritmik bir dezavantaj. Çünkü düşünürken kaydırmıyorsun; kaydırmadığında ise veri üretmiyorsun. Böylece dijital çağın en trajik paradoksu ortaya çıkıyor: Düşünen birey, sistem açısından verimsizdir. Ücretsiz sunulan sosyal medya ağları, işçisinin verimli çalışmasını ister.
Sonuçta 46 saniyelik bir monoloğa tahammül edememek, insan doğasının değil, dijital ekonominin nörolojik mühendisliğidir. Sosyal medya, dikkat süresini çalmakla kalmamış, dikkatin kutsallığını da yok etmiştir. İnsan artık ne düşündüğünü değil, ne kadar hızlı kaydırdığını hatırlıyor. Zamanın sahibi olmaktan çıkıp, algoritmanın işçisi haline gelmiştir. Ve ironik biçimde, hiçbir şeyin anlamlı gelmemesinin nedeni tam da budur: Çünkü insan hiçbir şeye yeterince uzun bakmıyor — ne acı ki, bakamıyor.
Sosyal medyanın biçimlendirdiği bu nörolojik döngü, yalnızca bilişsel süreçleri değil, duygusal ilişkilerin doğasını da dönüştürmüştür. Sürekli uyarım arayan bir beyin, artık sabırla derinlik kuramaz. Dostluklar, tıpkı içerikler gibi hızla tüketilir; romantik ilişkiler, bir sonraki dopamin dalgasının beklentisine dönüşür. Göz teması, sabır, sessizlik gibi duygusal yakınlık göstergeleri, dikkat ekonomisinin temposuna ayak uyduramadığı için değersizleşir. Empati, bir “yüksek bant genişliği” eylemi olmaktan çıkar, saniyelik reaksiyonlara sıkışır. Böylece insan ilişkileri, tıpkı sosyal medya akışı gibi algoritmik bir yüzeyselliğe teslim olur: Duygusal derinlik, zamansal süreklilik gerektirir; ama beynin zamana sabrı kalmamıştır. Artık insanlar birbirine değil, birbirinin hızına bağlanmaktadır.
Ve sonunda, sevgi bile bir bildirim sesiyle karıştırılacak kadar hızlı gelip geçer; çünkü sessizlik artık kimsenin sinir sistemine sığmaz. Belki de bu yüzden, “beni mutlu etsin”, “bana değerli hissettirsin”, “kadın/erkek olduğumu hissettirsin” cümlelerinin kökenini yeniden düşünmemiz gerekir. Çünkü bu istekler, derin bağların değil, kısa süreli dopamin reflekslerinin dilidir.
Alter, A. (2017). Irresistible: The rise of addictive technology and the business of keeping us hooked. Penguin Press.
Baudrillard, J. (1981). Simulacres et Simulation. Éditions Galilée.
Carr, N. (2010). The shallows: What the Internet is doing to our brains. W. W. Norton & Company.
McLuhan, M. (1964). Understanding media: The extensions of man. McGraw-Hill.
Microsoft Canada. (2015). Attention spans: Consumer insights. Microsoft Advertising.
Nass, C., Ophir, E., & Wagner, A. D. (2009). Cognitive control in media multitaskers. Proceedings of the National Academy of Sciences, 106(37), 15583–15587.
Rosa, H. (2013). Social acceleration: A new theory of modernity. Columbia University Press.
Robinson, T. E., Robinson, M. B., & Berridge, K. C. (2017). The neural basis of addiction: An incentive-sensitization perspective. Behavioral and Brain Sciences, 35(3), 213–235.
Turel, O., He, Q., Xue, G., Xiao, L., & Bechara, A. (2014). Examination of neural systems sub-serving Facebook “addiction.” Psychological Reports, 115(3), 675–695.
Yuan, K., Qin, W., Wang, G., Zeng, F., Zhao, L., Yang, X., & Tian, J. (2022). Micro-video viewing and brain network changes. Frontiers in Human Neuroscience, 16, 931273.
Zuboff, S. (2019). The age of surveillance capitalism: The fight for a human future at the new frontier of power. PublicAffairs.