Biz ve Onlar: Demokrasi Nasıl Varoluş Savaşına Döndü?

Biz ve Onlar: Demokrasi Nasıl Varoluş Savaşına Döndü?

Kutuplaşma neden şimdi? Çünkü artık siyaset dediğin şey, fikirlerin yarıştırıldığı bir arena olmaktan çıktı, adeta “Survivor: Partiler Çarpışıyor” programına dönüştü. Ortada fikir ayrılığı yok; kimlik savaşı var. Mason’un (2018) “mega-kimlik” dediği fenomen sayesinde artık oy verdiğin parti, sadece politik tercihini değil, kahvaltıda sucuklu yumurtaya domates koyup koymadığını bile belirliyor. Yani vatandaş dediğin kişi birey olmaktan çıktı, yürüyen bir “bundle” haline geldi. Kısacası paket kimlik! Kimliğe bak, hangi partiden olduğunu anla. Demokrasi, insanı bu kadar çok kategorize eden bir sosyal deney olmamıştı; Orwell mezarında dört dönüyordur, “1984’te biraz abartmışım galiba” diye. Ama akademi diyor ki: dikkat, bu iş sadece fikir ayrılığı değil; bu iş, karşı tarafı ahlaken şeytanlaştırma meselesi. Bu yüzden literatür “zararlı kutuplaşma” (pernicious polarization) diye özel bir kavram üretti (McCoy & Somer, 2019). Çünkü bu noktada siyaset artık “kim haklı” değil, “kim daha pislik” yarışı oluyor. İşin kötü tarafı pisliğin hepsi de vatandaşın kucağına bırakılıyor.

İdeolojik kutuplaşma başka şey, duygusal kutuplaşma başka. İlki, “ben düşük vergi istiyorum, sen yüksek” gibi nispeten medeni bir tartışmadır. İkincisi ise “senin vergi dediğin lafı bile duyunca suratını kırmak istiyorum” kafasıdır (Abramowitz & Webster, 2016; Iyengar & Westwood, 2015). Bugün ağırlık ikincisine kaydı: insanlar artık kendi partilerini sevdikleri için değil, karşı taraftan nefret ettikleri için oy veriyor. Yani sandığa giderken “benimkiler çok iyi yönetir” diye değil, “karşı taraf kazanmasın da, isterse bizimkiler ülkeyi soba borusu gibi dumanla doldursun” diyerek oy kullanıyor. Siyaset bir tercih olmaktan çıkıp nefret terapisine dönüştü. Peki bu terapi bize ne yapıyor? Öncelikle amigdala asla tatile çıkamıyor. 7/24 mesaide. Kortizol kesintisiz pompalanıyor, vücut “kaç ya da savaş” modunda dimdik. Sonuç: uyku bozukluğu, odaklanma kaybı, bağışıklık sisteminin çökmesi. Yani siyaset haberlerini çok izleyen biri, aslında kendi bağışıklığını bedava linç ettiriyor.

Ama bu nefret nereden geliyor? Elbette gökten zembille inmedi. Çoğu zaman elitler ateşliyor. Liderler ve parti stratejistleri var olan fay hatlarını buluyor, üstüne abanıyor, sonra da kendini “milletin kurtarıcısı” ilan ediyor (Mudde, 2004; McCoy, Rahman & Somer, 2018). Popülizmin favori numarası budur: “halk” ile “hain elit” arasında gerilim yaratmak. Sanki halk dediğin bembeyaz kanatlı güvercin, elit ise köpekbalığı. Halbuki aynı minibüste yan yana oturduklarında ikisi de şoförle kavga ediyor. Ama siyaset dili öyle bir kurguya oturuyor ki, bir anda karşı taraf “millet düşmanı” oluyor. Pappas (2019) popülizmin bu stratejisini anlatıyor ama aslında mesele çok basit: liderler, taraftarlarına sürekli ötekiyi şeytanlaştıran bir masal anlatıyor. Kitleler de bu masalı Netflix dizisi gibi binge-watch ediyor. Yani arka arkaya izliyor, durmadan!

Bir de medya var: kutuplaşmanın turbo motoru. Teorik olarak medya tarafsız bilgi aktarmalı. Ama pratikte algoritmalar şöyle çalışıyor: “Sen karşı partiden nefret mi ediyorsun? Al sana nefretini köpürtecek 10 haber daha!” Stroud (2011) ve Sunstein (2001) yıllar önce yankı odalarını yazmıştı; bugün sosyal medya bunu “premium paket”e çevirdi. Facebook, Twitter, TikTok fark etmez: senin beynini bir hamster gibi koşturup dopamin veriyor. Karşı görüşe zorla maruz bırakıldığında bile insanlar iyice zıvanadan çıkıyor (Bail et al., 2018). Yani CHP’liye sabahtan akşama iktidar yanlısı tweet okut, günün sonunda “bunlar iyice kafayı yemiş, oyumu daha sıkı vereceğim” diye çıkıyor. AKP’liye sabahtan akşama muhalif haber okut, “bunlar hain, daha da kenetlenelim” diye tepki veriyor. Algoritma kazandı, beyin kaybetti ve vatandaş yenik!

Kutuplaşmayı kurumsal teşvikler de besliyor. Başkanlık sistemlerinde “kazanan hepsini alır” mantığı var (Linz, 1990). Bu da siyaseti sıfır-toplamlı hale getiriyor. Yani bir parti kazanınca diğerini mezara gömmek istiyor. Levitsky ve Ziblatt’ın (2018) “How Democracies Die” kitabı aslında bunun krokisini çiziyor: kurumların tarafsızlığı kaybolunca, iktidar sahibi “ben ne dersem o” kafasına geçiyor. Türkiye’deki %10 seçim barajı da yıllarca kutuplaşmayı körükledi; küçük partiler nefes alamadı, büyük bloklar “biz ve onlar” diye sertleşti. ABD’de gerrymandering yüzünden seçmen bölgeleri tetris gibi dizilip partizanlık tavan yaptı. Kurumsal tasarımın içinde barut var, politikacılar da çakmağı yakıyor.

Sosyo-kültürel hizalanma da cabası. Bishop (2008) “The Big Sort” kitabında Amerikalıların artık kendilerine benzeyen mahallelerde yaşadığını yazmıştı. Aynı şey Türkiye’de de var: muhafazakâr semtte Starbucks açsan batar, seküler semtte tesettür modası mağazası açsan küfür yersin. İnsanlar kendi “biz” grubunu homojenleştirdikçe, “onlar” grubuna tahammül azalıyor. Haidt (2012) ahlaki değerlerin hizalanmasından bahsederken aslında bu tabloyu anlatıyor: insanlar sadece farklı düşünmüyor, farklı kokuyor, farklı kahkaha atıyor. Tajfel ve Turner (1979) bunu “biz-onlar” ayrımıyla açıklamıştı; siyaset ise bunu gündelik hayatın her zerresine işlemiş durumda. Evlilikten işe alıma kadar, herkes kendi siyasi homojenliğini kuruyor (Iyengar & Westwood, 2015). Siyasi Tinder gibi düşün: sola kaydır, sağa kaydır, ama ortada kimse yok.

Mekanizmalar işte böyle dönüyor: negatif partizanlık (Abramowitz & Webster, 2016), gerçeklik rejimlerinin ayrışması (Levendusky, 2013), kurumsal tıkanma (Svolik, 2019), sosyal ayrışma (Mason, 2018). Hepsi birbirini besleyen bir fast-food menüsü gibi. Birini aldın mı yanında ötekisi bedava geliyor. Sonuç: parlamentolar çalışmaz hale geliyor, yargı tartışmanın nesnesi oluyor, seçim meşruiyeti bile şüpheli bulunuyor. Vatandaş “bizimkiler kazansın da nasıl olursa olsun” dediğinde demokrasi çan çalmaya başlıyor. Çanın ipi koparsa altında yine vatandaş kalıyor.

Bunun sonuçları ağır. Demokrasi geriliyor; kurumların tarafsızlığına güven kalmıyor (Levitsky & Ziblatt, 2018). Şiddet riski artıyor; karşı tarafı insanlıktan çıkarmak (dehumanization) normalleşiyor (Finkel et al., 2020). ABD’de 6 Ocak Kongre baskını bunun final sezonu gibiydi. Türkiye’de 2015 sonrası yaşanan seçim şiddeti ve linç girişimleri cabası... Ekonomi de bundan nasibini alıyor: siyasal belirsizlik yatırım ortamını bitiriyor, “policy uncertainty index” (Politika Belirsizliği Endeksi) fırlıyor. Psikoloji ise ayrı bir trajedi: sürekli kavga eden komşular yüzünden apartmanın depresyona girmesi gibi, toplum genel bir kaygı bozukluğuna sürükleniyor. (Iyengar et al., 2019). Hani son zamanların modası var ya; kin, nefret ve düşmanca hislere sürüklenmek... Hah işte o! Sürüklenmediysen de sürüklen diye var o hatırlatmalar...

Karşılaştırmalı örneklere bakalım. ABD’de duygusal kutuplaşma öyle tavan yaptı ki, insanlar kızlarının karşı partiden biriyle evlenmesinden köpek ısırması kadar korkuyor. Avrupa’da göç meselesi sağ-popülistleri besliyor ama PR sistemleri sayesinde bazen koalisyonlar aşırılıkları törpülüyor (Carothers & O’Donohue, 2019). Türkiye’de, Hindistan’da, Polonya’da, Macaristan’da ve Brezilya’da kutuplaşma yönetim tekniğine dönüştü: “devlet = parti” eşitlemesi. Devletin sözlük anlamını vatandaş unuttu. Devleti iktidar partisi zannediyor. Öyle bir gözü dönmüşlük... Kavram ve kelimelerin orjinal anlamları gitti yerine başka anlamlar geldi ama o anlamlar da aslında anlamları değil. Muhalefeti gayrimeşru göstermek için her şey mubah (McCoy, Rahman & Somer, 2018; Norris & Inglehart, 2019). Modi, Orban, Bolsonaro… Hepsi aynı sihirli şarkıyı söylüyor: “bizim dışımızda herkes hain.”

Peki çözüm? Akademi birkaç reçete sunuyor. Birincisi kurumsal tasarım: güç paylaşımı, dengeleyici kurumlar (Levitsky & Ziblatt, 2018). Tercihli oylama veya ikinci tur gibi sistemler, kampanyaları biraz daha merkeze çekebiliyor (Carothers & O’Donohue, 2019). İkincisi medya: şeffaf algoritmalar, bağımsız denetim (Persily & Tucker, 2020). Ama dürüst olalım, Mark Zuckerberg’in algoritmayı şeffaflaştıracağına dair beklenti, hırsızın kendi kendini ihbar etmesine benziyor. Üçüncüsü temas: Allport’un (1954) temas hipotezi, Broockman & Kalla’nın (2016) deep canvassing çalışmaları… Teoride güzel. Ama pratikte iki partili barış kahvaltısı organize etsen, daha çay koyarken kavga çıkar. Dördüncüsü ise partiler-üstü norm inşası. Liderler kutuplaştırmayı başlatabildiği gibi, durdurabilir de(McCoy & Somer, 2019). Ama Türkiye gibi ülkelerde liderlerin böyle bir motivasyonu genelde yok; çünkü kutuplaşma onların iktidar yakıtı.

Son olarak şu soruya gelelim: Kutuplaşma her zaman kötü mü? Hayır. Belirli düzeyde programatik ayrışma iyidir; seçmene net seçenek sunar (Iyengar et al., 2019). Ama iş kimliksel nefret ve kurumsal yıkıma evrilirse, o zaman oy pusulası toplu mezar taşına dönüşür. Biraz kutuplaşma iyidir, çünkü yoksa siyaset tek partilik Netflix dizisi gibi sıkıcı olur. Ama fazlası olursa, dizi final sezonunda tüm karakterleri öldürür. Yani mesele farkları silmek değil; farkları yönetilebilir kılmaktır. Bunun için kurumsal frenlere, bilgi ekosisteminde şeffaflığa, yüz yüze temaslara ve demokratik dile ihtiyaç var. Aksi halde siyaset varoluş savaşına indirgenir ve demokrasi hem yönetim kapasitesini hem toplumsal barışı kaybeder.

Barış olmadığında geriye de pek bir şey kalmıyor...

Read more

Kadınlığın Rengi: Marilyn Monroe ve Sarışınlık Dininin Doğuşu

Kadınlığın Rengi: Marilyn Monroe ve Sarışınlık Dininin Doğuşu

Norma Jeane Mortenson, 1946’da saçlarını platine boyadığında yalnızca kimliğini değil, kadınlığın endüstriyel standardını da yeniden icat etti. Hollywood o anda yeni bir tanrıça yarattı: Marilyn Monroe. O günden itibaren milyonlarca kadın saçlarını sarıya boyarken aslında boyadığı şey saçları değil; kendini toplumsal onay için boyadı. Monroe yalnızca bir aktris değil,

By Daphne Emiroğlu