Çürüsün, Oh Mis Gibi Adalet!

Çürüsün, Oh Mis Gibi Adalet!
Photo by Amsterdam City Archives on Unsplash

Adaletin ne olduğuna dair yüzyıllardır yapılan tanımlar arasında, halkın kahvede söylediği kadar samimi ve çıplak olanı nadirdir: “Adam gibi yatsın içerde, çürüsün, adalet budur.” Bu tanım, adeta cezanın metrik karşılığı gibi işlem görür. Ceza ne kadar uzun, ne kadar acı verici olursa, kamu vicdanı o kadar tatmin olur. Hatta mümkünse failin hücresine güneş girmesin, yemekler taş gibi olsun, ayda bir annesiyle görüştüğünde bile moral düzeyi sıfıra insin ki biz de “oh be, adalet yerini buldu” diyebilelim. Peki ya adaletin başka bir türü mümkün mü? Cevap: Evet, ama bu cevabı Türkiye’de yüksek sesle söyleyen birini en son ne zaman gördünüz? Muhtemelen hiç. Daha doğrusu adalet isteyen çok da, umudu olan yok.

Restoratif adalet, yani onarıcı adalet; suçu bir yasa ihlalinden ziyade, insanlar arası bir zarar ilişkisi olarak tanımlar. Cezalandırmak yerine iyileştirmeyi, dışlamak yerine yeniden topluma kazandırmayı hedefler. Bu sistemde faille mağdur bir araya gelir, yaşananın gerçek boyutu konuşulur, fail sorumluluğu üstlenir ve mağdur da bu süreçte görünürlük kazanır. Her şey bu kadar sakin ve insani görünürken, neden bu sistem Türkiye'de "Vay efendim suçluya kıyak mı geçilecek?" şeklinde bir infiale neden olur? Çünkü burada “adalet” demek çoğunlukla “intikam” demektir. Bir suç işlendiğinde toplumun kolektif sesi, “İdam geri gelsin” ekseninde yankılanır. Onarıcı adalet önerildiğinde ise şöyle bir bakış atılır: “Hangi akla hizmet? Adam karısını öldürmüş, sen kalkmış özür mü dileteceksin?”

Burada bir parantez açmak gerekiyor: Türkiye’de adalet sistemi kâğıt üzerinde cezalandırıcı görünse de, pratikte failin adeta “çürümemesi” için her şey yapılır. İnfaz indirimi, iyi hâl indirimi, bayram indirimi, sabah iyi uyanmış indirimi, avukatına düzgün bakan sanık indirimi, pişman çocuk indirimi, gizli fısıldayan indirimi... Liste uzar gider. Öyle ki, 36 yıl ceza alıp 6 yılda çıkan katil görebiliriz. Hatta çıkmakla da kalmayıp TikTok’a şarkı atıp “karı milleti böyledir işte” diye içerik üretenini de. Kamuoyu “çürüsün” derken hukuk sistemi “çıkartalım da rehabilite ederiz belki” gibi bir illüzyon sunar ama bu rehabilitasyonun kendisi yoktur.

Türkiye’de mahkemelerin bu konuda bir “ahlak manifestosu” gibi çalıştığını görmek zor değil. Failin takım elbise giyip pişmanlık cümlesi kurması, neredeyse bir tür “sosyal tövbe” olarak algılanıyor. Kravatlı pişmanlıkla alınan cezaların üçte bire düşmesi ise işin komedi kısmı. Her evin kapısına bir kravat asın da suç da işlenmesin bari. Onarıcı adalet sisteminin dünyada işe yaradığı yerlerde failin sorumluluğu üstlenmesi, değişim taahhüdünde bulunması, mağdurun onarımı ve toplumsal bağın yeniden kurulması gibi katmanlar var. Bizdeyse kravat var, “ne yapayım abi, çok sinirlendim” var, bir de hapisten çıkınca karısının mezarına çiçek bırakıp ‘ben aslında iyi bir insanım’ videosu çekmek var.

Dünyaya bakınca örnekler çok. Norveç’te fail, işlediği suça dair yüzleşmeye zorlanıyor, toplumla bağ kurarak yeniden inşa sürecine giriyor. Kanada’da Kızılderili yerli adalet sistemlerinden esinlenerek geliştirilen dairesel adalet toplantıları, yalnızca faille mağdur arasında değil, aynı zamanda toplumsal bilinçte bir değişim yaratıyor. Bu sistemlerde amaç, suçun yalnızca bireye karşı değil, topluluğa karşı da işlendiği fikriyle, failin yalnızca cezalandırılması değil; değişim ve onarım sürecine dahil edilmesi. Yani “suçluyu sevmek” değil, “faili değiştirmeyi amaçlayan” bir sistem bu. Lakin Türkiye gibi ülkelerde değişim denilince akla genellikle iktidar partilerinin tabela renklerini değiştirmesi geliyor. İçerik sabit, ambalaj matlaşmış. Ya da seçtiğiniz belediye başkanı, oylarınızı alıp partisini değiştirir. Al sana değişim!

Türkiye’de restoratif adalet sisteminin kurulmasının önünde iki temel engel var: kamuoyu algısı ve mevcut hukuk sisteminin içsel katılığı. Kamuoyunun adaletle kurduğu ilişki çoğunlukla şöyle işliyor: “İbretlik ceza” eşittir adalet. O yüzden “hapiste çürüsün” mottosu bir tür millî slogan gibi işlemekte. Ancak ironik olan şu ki, Türkiye’de insanlar sadece çürümüyor; çoğu zaman çürümeye bile fırsat bulamadan dışarı çıkıyor. Bu konuyu tekrar ettiğimin farkındayım, bütün yazı aynı cümleden ibaret olmalı belki de... 40 yıl ceza alıp 5 yıl yatan da var, bir yıl yattıktan sonra “infaz paketi” ile serbest kalan da. Kimi zaman “koğuşta iyi anlaştı”, kimi zaman da “topluma yeniden kazandırılması umut verici” gibi sübjektif sebeplerle... Ya da cezaevinde birileri size puan veriyor. Bazen de vermiyor. Katil dışarı çıkabiliyor ama aktivist, toplum gönüllüsü hapiste kalabiliyor. Gerçek hayattan bir örnek verelim: 2004 yılında bir kadın cinayeti faili, 24 yıl ceza almasına rağmen 8 yıl yatıp çıktı. Ardından, başka bir kadını tehdit etti. Evet, “reform” böyle bir şey değil.

Burada sormamız gereken soru şu: Eğer zaten kimse içerde kalmıyorsa, neden ceza sisteminin bu kadar sert olmasını savunuyoruz? Çünkü Türkiye’de adaletin icrası değil, temsili önemlidir. Mahkeme salonunda yargıcın bağırması, failin “ağlaması”, halkın Twitter’da “oh be” demesi… Bunlar, gerçek onarımın yerini alan sembolik tatmin biçimleridir. Restoratif adaletin önerdiği gibi faille mağdurun konuşması, topluluk önünde bir tür yüzleşme yaşanması fikri ise bu sembolizmi tehdit eder. Bu yüzden halk şöyle düşünür: “Yüzleşme mi? O zaman herkes ağlayarak sıyrılır, öyle mi?”

Oysa restoratif sistem failin sadece ağlamasını değil; hayatının tam orta yerinde ciddi değişiklikler yapmasını, davranış örüntülerini yeniden inşa etmesini, mağdurla kurduğu ilişkiyi onarmaya çalışmasını ister. Yani ağlamak yetmez; adam gibi değişeceksin. Ama işte Türkiye’de “değişim” lafı da güven vermiyor. Yıllardır her seçimde “artık değişiyoruz” deyip ertesi gün aynı bakanların atandığı bir ülkede yaşıyoruz. Bu yüzden biri çıkıp “faille mağdur konuşsun” dediğinde, halkın zihninde yangın olur: “Kesin failin akrabasıdır bu, yoksa böyle saçma fikir akla gelir mi?”

Bunun yanında sistemin kendisi de “cezalandırma refleksiyle” çalışıyor. Savcılar, hakimler, avukatlar; hep birlikte bu refleksi içselleştirmiş durumda. Ceza vermek, adeta bir profesyonel performans göstergesi. Ceza ne kadar sert, meslekî doyum o kadar yüksek. Dolayısıyla biri çıkıp “Bu failin ceza alması yerine travmasını konuşalım, toplumu da sürece katalım” dediğinde, sistem şu yanıtı veriyor: “Burada terapi değil, yargılama yapıyoruz.”

Kısacası Türkiye’de restoratif adalet, sadece bir adalet biçimi değil; neredeyse bir rejim değişikliği kadar büyük bir zihniyet dönüşümü gerektiriyor. “Adalet, cezadan ibaret değildir” cümlesini kurabilen bir toplumun, önce “cezanın ne işe yaradığını” dürüstçe konuşması gerekir. Bu da kolay değil. Çünkü bizim için ceza, iyiliğin garantisi. Fail cezalandırılırsa dünya daha güvenli hale gelir sanıyoruz. Halbuki gerçek şu: Fail içeri girer, değişmeden çıkar. Yani ne mağdur iyileşir, ne toplum korunur, ne de fail öğrenir. Ama nedense herkes tatmin olur. Burası Türkiye; burada bazen gerçekle değil, öfkeyle tatmin olunur.

Peki dünya bu işi nasıl yapıyor? Restoratif adalet sadece bir ütopya değil; Yeni Zelanda, Norveç, Kanada, Hollanda gibi ülkelerde yıllardır aktif olarak uygulanıyor. Özellikle genç suçlular için bu model, cezaeviyle ilk tanışmadan önce bir "son çıkış rampası" görevi görüyor. Yeni Zelanda’da Maori halkının geleneksel uzlaştırma yöntemlerinden türeyen bu model, devlete şunu söylüyor: “Senin işin sadece cezalandırmak değil, toplumla birlikte onarmak.” Ve işe de yarıyor. Çünkü bir çocuğun suça sürüklenmesini, onu 20 yıl hapse atarak değil; toplumun orta yerinde ona “ne hissettin, ne yaptın, neden yaptın, bir daha yapacak mısın?” sorularını sordurarak çözüyorsun. Bu sorgu elbette “Polis baskınında yere yatırılıp kafaya megafonla vurulan türden” bir sorgu değil. İnsanî olanından.

Peki Türkiye böyle bir sisteme hazır mı? Cevap: Hayır. Peki bir gün hazır olur mu? Eh, eğer “bir gün”den kastımız kıyamet günüyse, evet. Ama onun dışında pek umut yok gibi.

Neden mi? Çünkü restoratif adaletin ruhu, devletin vatandaşla kurduğu ilişkiye ters. Bu model, devletin vatandaşını düşman değil, onarılabilir bir birey olarak görmesini gerektiriyor. Oysa Türkiye’de devletin genetik kodunda “Ben senin hem baban hem celladınım” algısı var. Devlet hata yapmaz. Yaparsa da halk anlamamıştır. Bu zihniyetle restoratif adalet inşa etmek, mezarlıkta vals yapmak gibi: romantik ama riskli.

Üstelik restoratif modelin işlemesi için tarafların – yani failin, mağdurun ve toplumun – aktif katılımı şart. Şimdi hayal edin: bir mahallede bir genç hırsızlık yapmış. Onarıcı adalet kapsamında bir topluluk toplantısı düzenleniyor. Mahalleli geliyor, mağdur geliyor, fail geliyor… Ama bir sorun var: Mağdur elinde sopayla geliyor, failin dayısı belediye meclis üyesi, mahalleli ise sadece dedikodu için orada. Buyrun size Anadolu usulü restoratif komedi!

Türkiye’de bu sistemin sağlıklı işlemesi için öncelikle bazı ön kabullerin değişmesi gerekiyor:

  • Mağdur her zaman “intikam” istemez. Bazen sadece açıklama ister.
  • Fail her zaman “canavar” değildir. Bazen sadece akıl hastasıdır. Bazen sadece fakirdir. Bazen sadece çocuktur.
  • Adalet her zaman “hapis” değildir. Bazen “ilişkiyi onarma”dır.

Ama bu önermeler Türkiye’nin adalet mitolojisine terstir. Bizim için adalet “kesilecek kelle”yle, “yakılacak infaz”la, “ibretlik ceza”yla ölçülür. Öyle ki, bazen ceza verilemeyince halk kendisi ceza vermeye kalkar. Linç kültürünün sosyal medyada ne kadar popüler olduğu ortada. Çünkü bizde “adalet yerini bulsun da isterse dünya yansın” demek, hâlâ bir erdem sayılır. Oysa restoratif sistem “Dünya yanmasın diye adalet yerini bulsun” der.

Ve gelelim kritik soruya: Türkiye’de böyle bir sistemi hangi hükümet kurabilir?

İtiraf edelim; mevcut iktidar – ki 20 küsur yıldır “adalet” kelimesini partinin isminde tutmasına rağmen – restoratif adalet için uygun bir iklim yaratmadı. Hatta tam tersini yaptı: kutuplaştırdı, kriminalize etti, medya eliyle nefret körükledi. Bu iktidarın restoratif adalet getirmesi, zebanilerin cehennemde mindfulness atölyesi açması kadar ironik olur.

Muhalefet? E, onlar da ancak mevcut ceza sisteminin “daha düzgün çalışması”nı öneriyorlar. Alternatif adalet modellerine dair neredeyse hiç politikaları yok. Çünkü restoratif adalet, sadece bir ceza modeli değil; bir demokrasi kültürü, bir toplumsal farkındalık süreci. Sadece “ceza ne kadar olsun”u değil, “ceza ne işe yarıyor”u da tartışmayı gerektiriyor. Bu da seçim kampanyasına koyulacak türden bir cümle değil. Kulağa fazla “solcu”, fazla “akademik”, fazla “lüks” geliyor. Oysa mesele lüks değil, ihtiyaç. Bir de artık kimsenin tartışacak hali kalmadı.

Dolayısıyla, bu sistemin Türkiye’de bir gün hayata geçebilmesi için sadece iktidarın değil, toplumun da değişmesi gerekiyor. Yoksa restoratif adalet, sadece birkaç STK’nın düzenlediği seminerin PowerPoint sunumunda kalır. Orada da en fazla “Bu sistem kültürümüze uymaz” diyen biri çıkar ve toplantı kahkahalarla biter.

Ama biz yine de umut edelim. Belki bir gün… Belki bir gün, Türkiye “faili yok saymak” yerine “anlamayı”, “mağduru kullanmak” yerine “onarmayı” öğrenir. Belki bir gün “cezayı değil, çözümü” konuşuruz. Belki bir gün, adalet sadece bir kelime değil; bir süreç, bir yüzleşme, bir iyileşme olur. Belki…

Ama önce biri şu “af yasası”nı yeniden gözden geçirsin. Çünkü o aflarla serbest kalanlar, restoratif süreci değil, doğrudan aynı suçu tekrar işliyor. Kısacası: Sistemi düzeltmeden af dağıtmak, yarayı dikmeden üstüne fondöten sürmek gibidir. İlk terde patlar. Terleri silerken şunu okursun : "Yakalanan tecavüzcünün daha önce 28 suç kaydı olduğu ortaya çıktı"

Kaynakça

Bazemore, G., & Schiff, M. (2005). Juvenile justice reform and restorative justice: Building theory and policy from practice. Willan Publishing.

Braithwaite, J. (2002). Restorative justice and responsive regulation. Oxford University Press.

Dignan, J. (2005). Understanding victims and restorative justice. Open University Press.

Kymlicka, W. (2018). Çağdaş siyasal felsefeye giriş (Çev. M. S. Kılınç). İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Marshall, T. (1999). Restorative Justice: An Overview. Home Office Research Development and Statistics Directorate.

McCold, P., & Wachtel, T. (2003). In pursuit of paradigm: A theory of restorative justice. In E. Weitekamp & H. Kerner (Eds.), Restorative justice: Theoretical foundations (pp. 153–183). Willan Publishing.

Ministry of Justice New Zealand. (2020). Restorative Justice in New Zealand: Summary of Evidence.
https://www.justice.govt.nz

Strang, H., & Braithwaite, J. (2001). Restorative justice and civil society. Cambridge University Press.

Yılmaz, S. (2023, 7 Kasım). Restoratif Adalet Nedir? Türkiye’de Uygulanabilir mi? BBC Türkçe.
https://www.bbc.com/turkce/articles/cd1qv7j9q1jo

Yüksek Mahkeme Kararları (2022). Denetimli Serbestlik ve Af Yasası Uygulamaları Üzerine Eleştiriler. TBB Dergisi, (163), 201–223.

Read more

Tanrı Tarihi #30 - Quakerların Doğuşu ve Mirası

Tanrı Tarihi #30 - Quakerların Doğuşu ve Mirası

Onyedinci yüzyıl İngiltere’sinin siyasal, dini ve toplumsal çalkantıları arasında ortaya çıkan Quaker hareketi ya da kendi tercih ettikleri isimle “Dostlar Cemaati”, Avrupa’nın din tarihinde alışılmadık bir sayfa açtı. George Fox’un genç yaşta yaşadığı dinsel arayışlardan doğan bu hareket, Hıristiyanlığın kurumsallaşmış yapılarına, unvanlara, merasimlere, hiyerarşik otoriteye ve kilise

By Daphne Emiroğlu
Tanrı Tarihi #29 - Canavarın Kellesi: Din, Entrika ve Ortaçağ Mizahı

Tanrı Tarihi #29 - Canavarın Kellesi: Din, Entrika ve Ortaçağ Mizahı

Ortaçağ Avrupa’sında kraliçe olmanın bedeli, bugünün magazin dünyasında Instagram fenomeni olmanın bin kat üstüydü; çünkü “unfollow” yoktu, doğrudan kafanı gövdenden ayırıyorlardı. İskoçya Kraliçesi Mary Stuart’ın hikâyesi de bunun en kanlı, en absürt ve en kara mizah malzemesi bol örneklerinden biri. Mary, 1542’de doğar doğmaz babasını kaybetti, yani

By Daphne Emiroğlu