Dikta Dolu Bir Hayat: Susarsan Senindir

Kral çıplak değil, sensin çıplak.
Otoriter rejimler, yalnızca bir kişinin ya da iktidar partisinin kararıyla ortaya çıkmaz; toplumlar da bu rejimlerin oluşmasına zemin hazırlar. Bir diktatör, önceden hazırlanmış bir sahneye çıkar. Bu sahne, krizin, korkunun, güvensizliğin ve kolektif çaresizliğin ördüğü bir atmosferdir. Hannah Arendt’in deyimiyle, “kitlesel yalnızlık ve köksüzlük, totaliterliğin asıl mayasıdır.” Toplumun birey olmaktan vazgeçtiği, vatandaşın sorumluluk duygusunu bir lidere devrettiği ve düşünce yerine sadakatin prim yaptığı dönemlerde otoriter yönetimler kolaylıkla yer bulur. Yani halk “bir kurtarıcı gelsin” diye dua ederken aslında kendine yapılacakları dert edemeyecek hale gelmiş demektir. Herkes “biri gelsin düzeltsin” diye bakar ama gelen da düz eder. Dümdüz bir yol olursun, herkes üstüne yürür. Sen de yürürsün ama parasını ödeyerek...
Weimar Almanyası’nda hiperenflasyonla cebelleşen, Versailles Antlaşması’nın aşağılayıcı hükümleriyle onuru zedelenen bir toplum, Adolf Hitler’in “ulusal gurur” vaadine teslim oldu. Bu durum yalnızca Almanya’ya özgü değildir. Her rejim, kriz anında “güvenlik” sağlayan bir figürle meşrulaşır. Aslında halk özgürlüklerinden değil, belirsizlikten kaçmaktadır. Ekonomik kriz, iç savaş, dış tehdit ya da toplumsal çatışma anlarında, bireyler özgürlüğü değil güveni tercih eder. Bu tercihin bedeli ise çoğu zaman ağır olur. Kriz zamanlarında halkın özgürlük mevzusu ile uğraşacak hali yoktur, onu kenara koyar, “Akşam ne yiyeceğiz” der. bunu demekte de haklıdır. Erkeğin kalbine giden yol midesinden geçerdi. Boş midelerin başka mideleri doldurma operasyonu başlar. Bir sabah kendini “herkes aynı düşünmeli” kampında bulur. “Ne biçim milletiz biz yaa!” — Ne biçim olduğumuz ortada kardeşim: Kombiyi açmak için faşizme razı olunan bir dünya burası.
Juan Linz’in klasik otoriter rejim tanımı, siyasal çoğulculuğun kısıtlandığı, halk katılımının düşük olduğu ve siyaset alanının bir kişi ya da az sayıda aktör tarafından kontrol edildiği bir düzene işaret eder. Ancak bu tarifin de ötesinde, otoriterlik, yalnızca bir sistem değil, bir kültürdür. Başka bir ifadeyle, otoriterlik yalnızca yukarıdan aşağı inşa edilmez; aşağıdan yukarıya da inşa edilir. Türkiye gibi ülkelerde bunun örnekleri çokça görülür: ailede babanın mutlak söz hakkı, okulda öğretmenin mutlak otoritesi, askerlikte rütbenin sorgusuz itaati ve nihayet devlette yönetenin kutsanması. Antonio Gramsci’nin “hegemonya” kavramı bu durumu iyi açıklar. Egemen sınıf, yalnızca zor yoluyla değil, onayla da yönetir. Bu onay, çoğu zaman sessizliktir. Türkiye’de “otorite” önce evde başlar: Baba televizyonu kapattırır, çorbayı zorla içirir, sonra çıkar "demokrasiye geçtik" der. Geçiş dediği de şey de halının üstünden çorabıyla yürümek. En küçük çocuğun ilk öğrendiği kelime “sus”sa, o ülkede fikir filizlenmez, ancak ‘laf sokma’ gelişir.
Bir başka faktör ise kurumların zayıflığıdır. Denge ve denetim mekanizmaları işlemiyorsa, bağımsız yargı kalmamışsa, medyanın çoğu iktidarın propaganda aygıtına dönüşmüşse, otoriter rejimler için yol açılmış demektir. Türkiye’de “güçler ayrılığı” ilkesinin yerini fiilen “güçlerin birleşimi” aldığında, anayasa yalnızca bir kitapçık, seçimler ise şekli bir ritüel haline geldi. Steven Levitsky ve Daniel Ziblatt, How Democracies Die adlı eserlerinde, otoriterliğin artık tanklarla değil, sandıkla geldiğini anlatır. Yeni otoriterlik biçimi, demokratik mekanizmaları kullanarak demokrasiyi içeriden aşındırır. Bugünün otoriterleri tankla değil, TikTok’la geliyor. Sabah “katılım oranı %94” diye haber okuyor, öğleden sonra “oy veren vatandaşlarımıza bedava mısır” veriliyor. Mısır verirken bile fikir öğütülüyor. Demokrasi diye münasip yerlere sokulan şeyin içinden, "lafla peynir gemisi yürür" anayasası çıkıyor.
Karizmatik lider kültü ise bu yapının duygusal motorudur. Max Weber’in karizmatik otorite kavramı, liderin halkın rasyonel değil duygusal yönlerine hitap etmesiyle kurulur. Liderin söyledikleri doğru olmak zorunda değildir; yeter ki halk ona inansın. Popülist liderler, halkın öfkesini sahiplenir, elitlere savaş açar gibi yapar, ama yeni bir seçkinler sınıfı yaratırlar. Ernesto Laclau’nun popülizm kuramında belirttiği gibi, popülizm bir söylem biçimidir ve halkın parçalanmış taleplerini bir “biz” kimliği etrafında birleştirir. Otoriter rejimler, bu “biz”i ancak bir “onlar” yaratarak inşa eder. İç düşman, hain, terörist, ajan ya da dış mihrak olarak kodlanan bu öteki, toplumsal bütünlüğün düşmanı olarak sunulur ve rejimin meşruiyet kaynağı olur. Halkın yarısı “Biz kimiz?” diye düşünmeden “Onlar vatan haini” diye bağırır. Neden bağırdığını bilmez, aman boşver nereden bilecek zaten? Çünkü düşünmek yorucu, bağırmak kolay. Ve bir lider “siz süpersiniz, sorun dış mihrakta” dedi mi, herkesin egosu 12 dev adam gibi oluyor. Gerçi akıl olarak 7 cüce bile etmez o sırada ama olsun, gaz güzel. Bu gazı almayan kalmadı dünyada.
Bu ayrımcılık dili sadece siyasetle sınırlı kalmaz. Medyada, okul kitaplarında, cami hutbelerinde ve sosyal medyada sürekli tekrar edilerek, toplumun sinir uçlarına kazınır. Carl Schmitt’in “politik olan dost-düşman ayrımıdır” sözü, otoriter zihniyetin DNA’sını açıklar. Artık siyaset sorun çözme değil, düşman belirleme sanatına dönüşür. Siyasi rakipler düşmanlaştırılır, muhalifler hainleşir, eleştirenler şeytanlaştırılır. Bu durumda siyaset değil, bir tür savaş hali hüküm sürer. Böyle bir ortamda farklılıklar değil sadakat ödüllendirilir. Akademisyenlerin yerine sadık bürokratlar, gazetecilerin yerine troll hesaplar, sanatçıların yerine propaganda yüzleri geçer. Birey değil bağlılık makinesi istenir. Akademi susturulunca troll konuşur, sanatçı susturulunca halay başı kürsüye çıkar. Eleştiri yerine emojili övgü, fikir yerine küfürlü yorum teşvik edilir. Öyle bir hale gelinir ki; ülkenin en entelektüel tartışması “Gömlek çıkarmak erkeklik göstergesi midir?” olur.
Otoriterliğin yükseldiği toplumlarda bir diğer önemli unsur da ekonomik bağımlılıktır. Özellikle yoksul kesimler, sosyal yardımlar, kamu istihdamı ve ranta dayalı sistem üzerinden iktidara bağlanır. Aylık gıda kolisine mahkûm edilmiş bir bireyden politik bilinç değil, minnet duygusu beklenir. Daron Acemoğlu ve James Robinson’un Why Nations Fail adlı eserlerinde belirttiği gibi, “çıkarcı kurumlar”, halkın değil iktidarın çıkarına çalışır. Girişimci değil, sadakatli vatandaş makbuldür. Yoksulluğun sürdüğü yerlerde özgürlük lüks, adalet ise sadece bir slogandır. Fakirlikte sınır tanımayan bir hizmet! Adam hem aç, hem öfkeli ama “Allah devletimize zeval vermesin” diyor. Yani tokat yemiş ama çay ikram etmiş. Gıda kolisinin üstüne “kuru fasulye” yerine “biat” yazsan yer yine de teşekkür eder.
Tüm bu düzenin inşasında eğitim ve medya kilit rol oynar. Gerçek bilgiye ulaşamayan halk, manipülasyona açık hale gelir. Algılar gerçeklerin önüne geçer. Çoğu zaman insanlar ne düşündüğünü değil, ne düşünmesi gerektiğini öğrenir. Neil Postman’ın “Amusing Ourselves to Death” adlı eserinde ifade ettiği gibi, halk artık bilgiden değil, eğlenceden beslenmektedir. Otoriter lider, yalnızca güç gösterisi yapmaz; aynı zamanda bir anlatı kurar, bir hikâye inşa eder. Bu hikâye içinde kahraman bellidir, düşman bellidir, kurban bellidir. Karmaşık gerçekler yerine basit yalanlar sunulur. Halk "biraz eğlenmek istiyoruz" deyince, rejim “Tamam, haber bültenini komediye çevirdik” diyor. Komikli gazeteciler çıkar ortaya. Avrupa'da çok iyi örnekleri var. O kadar çok yalan söyleniyor ki gerçekler bile kendilerinin yalan olduğuna inanmaya başlıyor. Televizyon yayınlarında kullanılan grafik bile depresyona girmiş: “Artık biri beni doğru kullanabilir mi?”
Birey ise bu yapının içinde giderek suskunlaşır. George Orwell’in 1984’te anlattığı gibi, gerçeklik üzerindeki baskı, bireyin düşünce üretmesini bile engeller. Sansürün yerini otosansür alır. “Konuşursam başıma ne gelir?” sorusu, ahlaki reflekslerin önüne geçer. Michel Foucault’nun panoptikon metaforu burada işler: Gözetlenip gözetlenmediğini bilmeyen birey, sürekli izleniyormuş gibi davranır. Yani kontrol, dışarıdan değil içeriden işler. Herkesin birbirini gözlediği bir toplumda, kimse gerçek anlamda özgür değildir. Ülke öyle bir halde ki, WhatsApp’tan “merhaba” yazarken bile önce arkaya bakmaya başlar. Herkesin kamerası kendine dönük ama mikrofonu devlete açık. Artık sansür değil, sessizlik pornosu çekiyoruz: Ne kadar susarsan o kadar makbulsün.
Ve nihayet, toplum sessizleştiğinde, otoriterlik yerleşir. Sivil toplum örgütlerinin bastırıldığı, sendikaların işlevsizleştiği, derneklerin kapatıldığı, üniversitelerin tek sesli hale getirildiği ortamlarda, devletin sesi yankılanır. Sadece o kalır. Albert Camus’nün dediği gibi, "Zulmün olduğu yerde tarafsızlık, zalimin tarafında yer almak demektir." Toplum, sesini kaybettiği anda vicdanını da kaybeder. Bu noktada, otoriterlik yalnızca bir sistem değil, bir norm haline gelir. Kimse konuşmaz çünkü herkes “bir gün sıra bana gelir” korkusuyla yaşamaya başlamıştır. Oysa o sıra sen konuşmasan da sana gelir zaten. Aramızda kalsın ama sen sıranı savamayacak tek kişisin. Sessiz kalan her toplum önce aklını, sonra ahlakını, sonra da geleceğini kaybeder. En son “ne güzel sustuk be hep birlikte” diye birbirine teşekkür eder.
Kısacası, otoriter rejimler sadece kötü liderlerin ya da komplocu yapıların ürünü değildir. Toplumun korkuları, beklentileri, suskunlukları ve zaafları bu rejimlerin ham maddesini oluşturur. Bir toplum düşünmeyi tehlikeli, sormayı gereksiz, eleştirmeyi hainlik saydığında; özgürlüğünü güvenlikle, haklarını sadakatle, onurunu suskunlukla takas ettiğinde, diktatörlük zaten başlamıştır. Ve bir rejim, halk onu istemediği sürece değil; halk onu sorgulamadığı sürece sürer. Yani diktatör kapıyı kırmaz, sen zaten anahtarı ona verirsin. “Bari ayakkabısını çıkarsaydı” dersin. Geçmiş olsun...