Fela Anikulapo Kuti:Özgürlük, önce ritimle başlar.

Fela Anikulapo Kuti:Özgürlük, önce ritimle başlar.

İnsan başka insanın yaptıklarını veya yapabildiklerini görünce ilham alıyor. Hatta korkusunu cesaretle yenmiş olanlar, özgürlüğün önünü onları engellemekle kesebileceklerini sanıyor. Ancak olmuyor! Hiç bir zaman olmaz. İnsanlık kendi yavrularından bazılarına yaratıcılık, cesaret, tükenmek bilmeyen bir üretim aşkı verir. Hiç bir silah onları durduramaz, belki öldürebilir ama fikir ve cesaret bulaşıcıdır. Korkudan daha güçlü bir bulaşıcı... İyi ki bulaşıcı...

Fela Anikulapo Kuti 1938’de Nijerya’nın Abeokuta kentinde doğdu. Ailesi hem entelektüel hem de direnişçi bir geçmişe sahipti: babası okul müdürü ve Anglikan papazıydı, annesi Funmilayo Ransome-Kuti ise sömürge yönetimine karşı kadınların oy hakkı mücadelesinde öncü bir figürdü. Fela daha çocukken hem müziği hem isyanı aynı evde öğrendi. Piyano, trompet ve davul çalmayı küçük yaşta kavradı; Yoruba ritimleriyle Batı armonilerini bir araya getirmeyi doğal bir refleks haline getirdi. 1958’de Londra’ya gidip Trinity College of Music’te okudu. O yıllarda cazın altın çağı yaşanıyordu; Coltrane ve Miles Davis’in doğaçlama anlayışı, Fela’nın kulağında Afrika’nın davul hafızasıyla birleşti. Ama Londra’da onu sadece müzik değil, siyaset de şekillendirdi. Afrika’da bağımsızlık hareketleri yükseliyor, Amerika’da Malcolm X ve Black Power söylemi güçleniyordu. Fela, sanatın politik sorumluluğunu o yıllarda fark etti.

1963’te Nijerya’ya döndüğünde ülke yeni bağımsız olmuş, ama henüz özgürleşememişti. 1960’ta Britanya’dan ayrılan Nijerya, çok kısa sürede etnik rekabetin ve yolsuzluğun pençesine düştü. Kuzeyde Hausa-Fulani, doğuda Igbo, batıda Yoruba nüfusu arasında iktidar kavgaları başladı. 1966’daki askeri darbe ve ardından gelen Biafra iç savaşı, ülkeyi milyonlarca ölüyle sarsarken, halkın devlete olan inancını yok etti. 1970’te savaş bittiğinde Nijerya petrol zengini ama fakir, bağımsız ama köleleştirilmiş bir ülkeydi.

İşte tam bu dönemde, Fela “Koola Lobitos” adlı grubuyla sahneye çıktı. Caz, highlife, Yoruba ritimleri ve funk öğelerini harmanlayarak Afrobeat adını verdiği yeni bir tür yarattı. Bu sadece müzik değildi; sömürge sonrası kimliğin sesiydi. Ritimler Afrika’nın köklerinden, armoni Batı’nın cazından geliyordu ama sözler bütünüyle Nijerya halkınındı: yolsuzluk, ordu baskısı, emperyalizmin yeni biçimleri… Her şarkı bir politik bildiriydi.

1970’lerin başında Lagos’ta “Kalakuta Republic” adını verdiği kendi komününü kurdu. Burası hem ev, hem stüdyo, hem bağımsız bir devlet gibiydi. Duvarlarında “Bu bina Nijerya hükümetinden bağımsızdır” yazıyordu. Kalakuta, askeri rejimlere meydan okuyan, sanatla direnişi birleştiren bir ütopyaydı. Fela burada geceler boyu süren performanslar düzenliyor, müziği bir politik ayine dönüştürüyordu. Kadın dansçılardan oluşan korosu —“Queens of Africa”— sahnede onunla birlikte hem şarkı söylüyor hem bedensel bir özgürlük manifestosu sergiliyordu.

1974’te yayımladığı “Zombie”, Nijerya ordusunu düşünmeden emir alan zombilere benzetiyordu. Bu, rejim için bardağı taşıran damlaydı. 1977’de askerler Kalakuta Cumhuriyeti’ni bastı; binayı yaktı, Fela’yı ağır şekilde dövdü, annesi pencereden atılarak öldürüldü. Fela, annesinin tabutunu sembolik bir protesto olarak başbakanın evine bıraktı ve ardından “Coffin for Head of State” adlı parçasını yazdı. Bu olaydan sonra müziği daha da sertleşti; her şarkı bir suçlamaya, her konser bir isyana dönüştü.

1980’lerde Nijerya, IMF borçlarıyla kuşatılmış bir petrol ülkesi haline gelmişti. Askeri rejimler birbirini izliyor, halk giderek daha fazla yoksullaşıyordu. Fela bu dönemde “Authority Stealing”, “I.T.T. (International Thief Thief)” ve “Beasts of No Nation” gibi parçalarında yöneticileri, Batılı finans kurumlarını ve çok uluslu şirketleri açıkça hedef aldı. Şarkılarında yalnız Nijerya değil, dünya sistemine karşı bir öfke vardı. Thatcher, Reagan ve Botha gibi isimleri doğrudan zikrediyor, onları “modern sömürgeciliğin yüzleri” olarak niteliyordu.

Rejim onu susturmak için her yolu denedi. 1974–1993 arasında yirmiden fazla kez tutuklandı, hapsedildi, işkence gördü. 1984’te General Buhari yönetimi tarafından “para kaçakçılığı” bahanesiyle 20 ay cezaevinde kaldı. Serbest kaldığında ilk yaptığı şey bir şarkı yazmak oldu: “Beasts of No Nation”. Çünkü Fela’nın intikam biçimi buydu — notalarla direnmek.

Sahnedeki kimliği yarı peygamber, yarı devrimciydi. “Anikulapo” soyadını —“ölümü cebinde taşıyan adam”— kendine seçti. Kaftanlar, tütsüler, Yoruba sembolleriyle bezeli beden dili, müziğini neredeyse spiritüel bir ayine dönüştürüyordu. Her konser, hem dans hem politik bildiri hem de büyüydü. “Müzik halkın silahıdır” diyordu.

1990’larda AIDS’e yakalandı ama hastalığı reddetti; Batı’nın kurgusu olduğuna inanıyordu. 1997’de öldüğünde Lagos sokaklarında bir milyondan fazla insan onun cenazesini izledi. Devlet onu sansürlemeye çalışmıştı ama halk onu bir halk kahramanı, bir özgürlük peygamberi gibi uğurladı.

Fela Kuti’nin hikâyesi yalnızca bir müzisyenin değil, bir ülkenin tarihidir. O, bağımsızlığını kazanmış ama sömürgeciliğin hayaletlerinden kurtulamamış bir toplumun sesidir. Afrobeat onun elinde yalnızca bir müzik türü değil, bir devrim yöntemine dönüştü. Trompetin çığlığı, basın yürüyüşü, davulun titreşimiyle halkına şunu söyledi: “Özgürlük, önce ritimle başlar.”

Özgürlük dünyadaki en değerli ritimle başlar, kalp sesi... Herkes ritimle doğar..

Read more

Kadınlığın Rengi: Marilyn Monroe ve Sarışınlık Dininin Doğuşu

Kadınlığın Rengi: Marilyn Monroe ve Sarışınlık Dininin Doğuşu

Norma Jeane Mortenson, 1946’da saçlarını platine boyadığında yalnızca kimliğini değil, kadınlığın endüstriyel standardını da yeniden icat etti. Hollywood o anda yeni bir tanrıça yarattı: Marilyn Monroe. O günden itibaren milyonlarca kadın saçlarını sarıya boyarken aslında boyadığı şey saçları değil; kendini toplumsal onay için boyadı. Monroe yalnızca bir aktris değil,

By Daphne Emiroğlu