Kadınlığın Rengi: Marilyn Monroe ve Sarışınlık Dininin Doğuşu
Norma Jeane Mortenson, 1946’da saçlarını platine boyadığında yalnızca kimliğini değil, kadınlığın endüstriyel standardını da yeniden icat etti. Hollywood o anda yeni bir tanrıça yarattı: Marilyn Monroe. O günden itibaren milyonlarca kadın saçlarını sarıya boyarken aslında boyadığı şey saçları değil; kendini toplumsal onay için boyadı. Monroe yalnızca bir aktris değil, arzunun kurumsal logosuydu. Ve kadın için bu logoya sahip olmak bir ayrıcalıktı.
1950’lerin Amerikan rüyasında “sarışın” olmak, iyi ışık alan mutfakta gülümseyen kadının ulusal kimliğiydi. Monroe, “kadın”ı hem masumiyetin hem fantezinin aynı bedende mümkün olduğuna inandırdı. Bir ikon değil, bir illüzyon üretildi. Bu illüzyon öyle güçlüydü ki, kadınların çoğu onu taklit etmeye başlayarak aslında kendi bireyselliklerinin altını oydular. Çünkü Marilyn olmak kolaydı: bir boya kutusu, biraz ruj, çokça dramatik özdeşleşme. Ama Norma Jeane olmak zordu; kimse o kadar çıplak kalmak istemiyordu. Kimse Norma’nın acılarını çekmemişti. Herkes sinema perdesinde görünen o cilveli, arzulanan, karizmatik hayali karakteri istiyordu.
Marilyn Monroe kültü, “kadınlık” denen şeyin tıpkı bir saç rengi gibi satın alınabileceğini kanıtladı. Psikanalistlerin deyimiyle “kadın olmak” bir öz değil, bir performanstı. Judith Butler’ın kavramıyla toplumsal cinsiyet bir roldü; her gün sarı saçlarınla bir sahneye çıkıyordun. Bu rolün replikleri belliydi: kıkırda, ağla, bekle, arada aptal gibi görün ama zekânın ucu kaçmasın. Kadınlığın üretim hattı kurulmuştu; kozmetik firmaları da endüstriyel tanrılar gibi bu tapınağı finanse ediyordu. Fakat Monroe’nun kendi hikâyesi, bu tapınağın içinde diri diri yakılmanın hikâyesiydi. Kadınlığın taklit edilmesi, en sonunda kadının kendi kendini taklit etmesine dönüştü. Marilyn, Monroe’yu öldürdü; Norma Jeane ise sahne arkasında kimsenin duymadığı bir çığlık bıraktı. Marilyn Monroe’nun etkileyici fotoğrafları ve en iyi film sahneleri hafızalara kazındı: kırılgan ve güzel sarışın... Peki saçları bu kadar güçlü müydü kadınların?
1950’lerde sarışınlık bir kimlik değil, kimyasal bir din hâline geldi. Kadınlar evde hidrojen peroksit şişeleriyle kendi vaftiz törenlerini yapıyorlardı. Renk açıldıkça aidiyet artıyordu. Oksidanın yanığıyla birlikte gelen o hafif yanma hissi, sanki “kadın oldum”un kimyasal kanıtıydı. Kozmetik markaları da bunu fark etti. L’Oréal ve Clairol reklamları kadınlara “Eğer güzel görünmek istiyorsan, görünüşünü değiştir” diyordu. Reklamlar, Freud’un libidosunu kuaför aynasına çevirdi: kadınlık artık bir içgüdü değil, satın alınabilir bir imajdı.
Monroe’nun popülaritesi o kadar yoğundu ki, 1962’deki ölümünden sonra bile sarışınlık kederle değil, hâlâ arzuyla anıldı. Ölüm bile Marilyn’in saç rengini soluklaştıramadı. 1980’lerde Madonna, Monroe’nun reenkarnasyonu olarak sahneye çıktı. Material Girl klibinde Monroe’nun Diamonds Are a Girl’s Best Friend sahnesini birebir yeniden canlandırdı. Kadın bedeni artık bir marka kimliği olmuştu. Monroe’nun kırmızı rujunu taklit eden binlerce kadın, aslında kendi kimliklerinin silinmesine gönüllü oluyordu. Çünkü kırmızı ruj herkese yakışmaz; sarı saç da öyle. Ama ikisinin öyle bir büyüsü vardı ki, ikisini bir araya getiren kendini dünyanın en güzel kadını sanıyor, öyle görüyor ve öyle hissediyordu.
90’larda Paris Hilton, 2000’lerde Britney Spears ve Christina Aguilera aynı saç rengini “aptal ama seksi” arketipiyle devraldılar. Blondluk, ironik biçimde, zekânın yokluğu değil, zekânın gizlenmesiydi. Kadınlar beğenilmek için küçülüyor, sonra bu küçülmeyi “özgürlük” sanıyordu. Ve sonra Kim Kardashian geldi. Monroe’nun mirasını kahverengi saçla geri aldı ama aynı formülü korudu: dudak dolgusu, ince bel, iri göğüs, kalın eyeliner. Tek fark şu: artık herkes Marilyn olabiliyordu. Monroe’nun sahnesi artık bir ekran, bir “reel”di. Her kadın kendi filtresini bulmuştu; kimse Norma Jeane olmasa da, herkes Monroe’nun bir varyasyonuydu.
Laura Mulvey’nin “male gaze” (erkek bakışı) kavramı burada tam yerini bulur: Kadın kendisini, bir erkeğin gözünden gördüğü şekilde inşa eder. Kadının kendi arzusu değil, arzulanma biçimi önemlidir. Sarışınlık, bu arzulanma biçiminin en kolay kodudur — “Ben erişilebilirim ama nadirim.” Herkes sarışın ve sarışın türleriyken nadirlik kısmı elbette tartışılır. Erkek egemen kültür kadına iki seçenek sunar: Madonna ol ya da fahişe. Monroe bu iki kutbun aynı bedende var olabileceğini gösterdi ama bu birleşme özgürlük değil, yeni bir hapishaneydi. Kadın artık kendi arzusu uğruna değil, bir başkasının fantezisi uğruna gülümsemeyi öğrendi.
Birine benzemek, varoluşun en güvenli kaçışıdır. Çünkü “ben” olmanın sorumluluğu ağırdır; oysa “o” gibi olmak bir sığınaktır. Kadınlar Monroe’ya benzemeye çalışırken aslında toplumun onayını kiralıyorlardı. Diğer türlü insan kendine onay alması ve her uğraşının arkasında hiç alamaması tehlikesini kimse göğüslemek istemedi. Jung’un gölge arketipi burada devreye girer: Kadın kendi bastırılmış yönünü Marilyn’de görür. O özgür, neşeli, seksi ve korkusuzdur — çünkü kurmacadır. Muhtemelen birçok kadın da Türkan Şoray’ın gözlerine sahip olmak için kendi gözlerini çıkarırcasına boyamıştır. Bir şeyin o hâlinin sadece o kişide otantik olabileceği düşüncesine sahip olmamamız sanırım... ya da o düşünceyi unutmak istiyoruzdur belki.
Bu taklidin psikolojik sonucu sürekli tatminsizliktir. Çünkü ideal imgeye yaklaşsan bile, o imge her zaman senden bir adım ötede durur. Kadınların kendi fotoğraflarına dahi filtre uygulamadan bakamaması, bu aynanın kırıldığının göstergesidir. Artık kadınlar Monroe’ya değil, Monroe’nun algoritmasına benzemeye çalışıyorlar.
Instagram çağında “Marilynleşme” süreci demokratikleşti. Artık herkes kendi Marilyn’ini yaratabiliyor: dudak filtresi, saç toniği, clean girl aesthetic — hepsi Monroe’nun torunları. Ama bu kez fark şu: Kadınlar artık beğenilmek için değil, beğeni almak için poz veriyor. Aradaki fark küçük gibi görünebilir ama varoluşsal. Beğenilmek bir etkileşim biçimidir; beğeni almak bir metrik. Kadınlar artık gözle değil, algoritmayla arzulanıyor.
Sarışınlık da anlam değiştirdi: Artık masumiyetin değil, “erişilebilir lüks”ün rengi. 1950’lerde erkek fantezisinin objesi olan sarışın kadın, 2020’lerde influencer ekonomisinin en kârlı markası oldu. Kadınlık bir kimlik olmaktan çıktı; bir pazarlama kategorisine dönüştü.
Monroe’nun hayatının en ironik yanı, onun “kadınlık ikonuna” dönüşmesinin aslında kadınlığını yok etmesiydi. O, dünyanın en tanınan kadınıydı ama en az tanınan insandı. Bugün hâlâ onun yüzü çantaların, parfümlerin, NFT koleksiyonlarının üzerinde dolaşıyor. Ama o yüz artık bir kadın yüzü değil; markalaşmış bir mit. Kadınlar Monroe’yu taklit ettikçe, Monroe bir kavram olmaktan çıkıp bir refleks hâline geldi. “Sarışın olmak” hâlâ bir tercih değil, bir hatırlatma: “Beğenilmek istiyorsan görünür ol, görünür olmak istiyorsan dönüş. Al şu sarı saç boyasını!”
Marilyn Monroe, kadınlık tarihine bir renk olarak değil, bir uyarı tabelası olarak kazınmalıydı. Çünkü o, “kadın olmak” ile “kadın gibi görünmek” arasındaki en ince çizgiyi kanıyla çizdi. Bugün saçını sarıya boyayan milyonlarca kadın, belki farkında değil ama aynı tiyatronun başka bir sahnesinde oynuyor: filtreli aynalar, dijital saç tonları, “Ben Marilyn değilim ama story’m öyle görünüyor” estetiği. Kadınlık hâlâ performatif, hâlâ dekoratif, hâlâ onayla ölçülüyor. Fark şu ki artık Hollywood değil, herkes kendi stüdyosunun patronu. Ama sonuç değişmedi: taklit hâlâ en yüksek beğeni oranına sahip.
Ve artık şunu biliyoruz ki Norma çok acı çekti. O acıyı kimse saçlarına sürmedi, o acıya elini bile süremezdi...
Butler, J. (1990). Gender Trouble: Feminism and the Subversion of Identity. Routledge.
Mulvey, L. (1975). Visual Pleasure and Narrative Cinema. Screen, 16(3), 6–18.
Wolf, N. (1990). The Beauty Myth: How Images of Beauty Are Used Against Women. HarperCollins.
Freud, S. (1927). The Ego and the Id. Standard Edition.
Jung, C. G. (1959). The Archetypes and the Collective Unconscious. Princeton University Press.