Kırık Bir Aynanın Parçaları - 2
Jeffrey Dahmer artık ölü, ama onun hikâyesi yaşamaya devam ediyor. Çünkü asıl mesele, bir insanın neden öldürdüğü değil; toplumun nasıl olup da bunu uzun süre görmezden geldiğidir — ve bir yandan da bir yuva nasıl olur da bir çocuğun canavara dönüşme riskini göze alır, asıl soru budur. Dahmer yalnızca bireysel bir sapkınlığın ürünü değil, aynı zamanda kolektif bir körlüğün sonucuydu. Amerika’nın banliyölerinde, ırkçılığın, homofobinin ve sınıfsal önyargının birbirine karıştığı o karanlık zeminde, adalet sistemi bile kimin hayatının “değerli” olduğuna karar vermeye alışmıştı. Ve bu alışkanlık, belki de gerçek suçun kendisiydi.
Bu tablo, halkı korumakla görevli kamu görevlilerine de sirayet eden ağır bir önyargı kültürünü besliyordu. Ten rengi, ırk, cinsel yönelim, görüntü veya siyasi görüş; bir insanın korunmaya değer olup olmadığını belirleyen ölçütlere dönüşmüştü. Böylece toplumun belirli kesimleri, devletin gözünde daha “önemsiz” hale geldi. Her propaganda, birilerini diğerlerinden daha üst bir makama oturtarak adalet duygusunu yavaşça erozyona uğratıyordu. İnsanlığın en korkunç yüzü buydu — ve biz hâlâ onu her yerde görüyoruz.
Milwaukee polisinin ihmalleri, bugün hâlâ adalet sosyolojisi derslerinde ibret olarak anlatılır. 1991’de, Dahmer’in elinden kurtulup sokağa fırlayan 14 yaşındaki Konerak Sinthasomphone’u polisler, üstü çıplak ve kan içinde olmasına rağmen “sarhoş sevgili” zannedip geri götürmüşlerdi. Onlar gider gitmez, çocuk öldürüldü. Dahmer o gece, devletin gözünde insanlıktan çıkarılmış bir bedeni “geri aldı”. Bu olay, sadece bir polis hatası değildi; ırk ve yönelim temelli görmezden gelmenin kristalleşmiş hâliydi. Amerika, “canavar”a odaklanarak kendi ihmallerini unuttu.
Sosyologlar bu olayı “kurumsal ilgisizlik” kavramıyla açıklar (Lipsky, 1980). Devletin ve toplumun belirli gruplara karşı duyarsızlaşması, bazı hayatların “harcanabilir” olarak görülmesine yol açar. Dahmer’in kurbanlarının çoğu siyahi veya Latin kökenliydi, ayrıca birçoğu LGBT topluluğuna mensuptu. Ve Dahmer beyazdı — diğerlerinin arasında bembeyaz, ama içinde tüm gezegeni yutacak kadar karanlık taşıyordu. Bu açıdan bakıldığında Dahmer yalnızca insanları değil, toplumun görmek istemediği kimlikleri de yok ediyordu. Bir anlamda, Amerika’nın bastırdığı kimlikleri literal olarak “parçaladı”.
Bu yüzden Dahmer olayı, bireysel kötülükten çok daha fazlasını temsil eder. Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” kavramı burada yeni bir boyut kazanır: Kötülük artık yalnızca yapanın değil, seyredenin de suçudur. Dahmer’i durdurabilecek olan herkes sustu; komşuların çoğu et kokusuna aldırmadı, yalnızca biri — Glenda Cleveland — polise defalarca şikâyette bulundu. Fakat sistem onun sesini de, Konerak’ın çığlığını da duymadı. Polis “açıklamayı” yeterli buldu, toplum ise “bir tuhaf adam” deyip geçti. Modern şehirde kötülük artık görünmez değildir; sadece rahatsız etmediği sürece kimse bakmaz.
Netflix’in 2022’de yayımladığı Dahmer – Monster: The Jeffrey Dahmer Story dizisi, bu tarihsel ilgisizliği yeniden görünür kılmayı amaçladığını söylese de, ironik biçimde tam tersini yaptı: Dahmer’ı yeniden bir ikon hâline getirdi. Ryan Murphy’nin estetik anlatımı, Evan Peters’ın donuk ve çekici performansı, suçu izlenebilir, hatta “anlaşılabilir” kıldı. Kamera, kurbanlardan çok Dahmer’ın iç dünyasına odaklandı. Sonuçta izleyici, tiksinmek ile merak etmek arasında gidip geldi — işte tam da medya çağının “korku estetiği” burada devreye girer.
Bugün “true crime” endüstrisi, küresel bir ekonomik alan hâline geldi. Cinayetlerin yeniden anlatılması, travmaların dramatize edilmesi, acıların birer tıklama aracına dönüşmesi… Bu endüstri, hem adalet duygusunu hem de merhameti uyuşturuyor. İzleyici kendini kandırıyor: “Ben sadece anlamaya çalışıyorum.” Oysa anlamak, bazen yeniden üretmektir. Dahmer dizisini bu gözle izlediğinizde, onun nasıl bir yıldızlaştırma sürecine maruz bırakıldığını fark edersiniz. Kurbanların yüzleri unutulur, ama Evan Peters’ın bakışları hafızada kalır — bu bile suçun nasıl estetize edildiğinin kanıtıdır.
Kurban aileleri, dizinin yayınlanmasının ardından Netflix’e öfkelendi. Çünkü hiçbiri bilgilendirilmemiş, danışılmamıştı. Onlar için bu dizi, adalet değil; travmanın yeniden sahnelenmesiydi. “Bizim acımız eğlenceye dönüştü,” dediler. Murphy’nin savunması ise tanıdıktı: “Toplumun karanlık yüzünü göstermek istedim.” Ama karanlığı göstermek ile yeniden parlatmak arasında ince bir fark vardır. Ekran, bir çeşit modern laboratuvardır; orada duygular, suçlar ve bedenler yeniden karıştırılır. Dahmer’in kendi mutfağında yaptığıyla Netflix’in yaptığı arasında yalnızca niyet farkı vardır — yöntem benzer: Parçaları yeniden bir araya getirip izlenebilir hâle getirmek.
Suç belgeselleri ya da dizileri kimi zaman toplumsal farkındalık yaratabilir; ancak o ince çizgiyi geçmemek için belki de bir etik denetim kurulundan geçmeleri gerekir. Ed Gein’in ilham aldığı söylenen Ilse Koch gerçeğini de göz ardı etmemek gerekir; Buchenwald kampında mahkûmların derilerinden eşyalar yaptırdığı iddia edilen bu kadın, şiddetin yalnızca bireysel değil, ideolojik biçimlerini de temsil eder. “Herkesi biz mi koruyacağız?” diyebiliriz elbette. Evet, herkesi biz koruyacağız. Çünkü korumadıklarımız hem insanların hayatlarına hem de toplumun kalbine koca bir kazık çakıyor.
Tarih boyunca Dahmer gibi “sessiz banliyö canavarları” hep vardı. Ted Bundy cazibesiyle kurbanlarını kandırıyor; John Wayne Gacy palyaço kostümüyle çocuklara yaklaşarak “güven”i silaha dönüştürüyordu. Dennis Nilsen, tıpkı Dahmer gibi cesetleriyle konuşuyor, onları “yalnız kalmamak” için saklıyordu. Edmund Kemper annesinin bedenine yönelerek otoritenin gölgesinden intikam alıyordu. Ve onlardan çok önce, Ed Gein Wisconsin’in Plainfield kasabasında mezarları kazıyor, derilerden ev eşyaları yapıyor, insan bedenini “kutsal bir malzeme”ye dönüştürüyordu. Gein’in annesine olan takıntısı, ölümle kurduğu dinsel bağ ve “temas edemediğine sahip olma” dürtüsü, Dahmer’in zihninde yankılanan eski bir melodiydi adeta.
Dikkat çekici olan şu ki, bu figürlerin hepsi erkekti. Psikoloji literatüründe, erkeklik ve şiddet arasındaki ilişki, güç, kontrol ve duygusal bastırma ekseninde açıklanır. R. W. Connell’in “hegemonik erkeklik” (1995) kavramı, toplumsal sistemin erkekleri duygusuzluk, hâkimiyet ve rekabet üzerinden tanımladığını söyler. Bu kalıp, empatiyi zayıflatarak şiddeti bir ifade biçimine dönüştürür. Seri katillerde sıkça görülen “tanrısal kontrol arzusu” aslında bu erkeklik modelinin patolojik bir aşırılığıdır. Gücü korumak için duyguyu öldürmek öğretilir; bu da bir noktada, mecazî değil, gerçek bir öldürmeye dönüşür. Toplumsal olarak erkeklere öğretilen “duygularını bastır” emri, bazı zihinlerde “öldürerek sustur”a evrilir. Hepsi, modernitenin laboratuvarında üretilmiş soğukkanlı ürünlerdir. Onların hikâyeleri arasında yalnızca detay farkı var; temel denklem aynı: sevgisiz bir çocukluk + toplumsal kayıtsızlık + zehirli erkeklik = ölümle kurulan iletişim biçimi.
Bu noktada sorulması gereken soru şudur: Neden biz bu hikâyelere bakmaktan kendimizi alamıyoruz? Psikanalist Julia Kristeva’nın “abject” kavramı bu merakı açıklar. İnsan, tiksindiği şeye aynı anda çekilir. Çünkü tiksinti, benliğin sınırlarını hatırlatır. Dahmer izlemek, aslında “ben o değilim” deme biçimidir. Her izleyici, ekran karşısında kendi ahlaki sınırlarını test eder — ama testin kendisi bile ahlaki değildir. Çünkü korkunun, tiksintinin ve merhametin hepsi artık metalaşmıştır.
Bu hikâyede medya yalnızca bir anlatıcı değil, aynı zamanda bir suç ortağıdır. Kötülüğün yayılma biçimi değişmiştir: Artık kurbanın kanı değil, hikâyesi akıyor. Sosyal medya kullanıcıları “Dahmer kostümü”yle poz veriyor, “seri katil estetiği” TikTok akımlarına dönüşüyor. Toplum, travmayı eğlenceye dönüştürürken kendi ahlaki pusulasını kaybediyor. Belki de artık kötülüğün kendisi değil, onun hikâyesi bizi büyülüyor. Ve bu büyü, sessizce yeni Dahmer’ler yetiştiriyor: duygusuz, ilgisiz, ekran başında tatmin olan bir kuşak.
Dahmer dizisi, modern medyanın en tehlikeli yönünü açığa çıkarıyor: Empati illüzyonu. İzleyici, suçlunun iç dünyasına yakınlaştıkça kendini “anlayışlı” hissediyor. Ama bu anlayış, kurbanı silikleştiriyor. Gerçek empati, failin duygularını değil, mağdurun sessizliğini duymaktır. Fakat çağımız empatiyi de görsel bir performansa dönüştürdü — ağlamak, paylaşmak, yorum yapmak. Empati artık bir duygu değil, bir içerik biçimi.
Sonuçta, Dahmer hikâyesi ne kadar anlatılırsa anlatılsın, asıl sorular hep cevapsız kalıyor:
Kötülük neden bu kadar pazarlanabilir oldu?
Adalet neden bu kadar yavaş?
Ve toplum, neden hep bir canavarın ardına saklanıyor?
Jeffrey Dahmer sadece öldürmekle kalmadı; aynı zamanda bizi, kendi vicdanlarımızla baş başa bıraktı. Paramparça olmuş bir ayna gibi... Belki de korkunun kendisi, insanlığın en kârlı seyirliğidir.

American Psychiatric Association. (2013). Diagnostic and statistical manual of mental disorders (5th ed.). American Psychiatric Publishing.
Arendt, H. (1963). Eichmann in Jerusalem: A report on the banality of evil. Viking Press.
Connell, R. W. (1995). Masculinities. University of California Press.
Kristeva, J. (1982). Powers of horror: An essay on abjection. Columbia University Press.
Katz, J. (1988). Seductions of crime: Moral and sensual attractions in doing evil. Basic Books.
Lipsky, M. (1980). Street-level bureaucracy: Dilemmas of the individual in public services. Russell Sage Foundation.
Netflix. (2022). Dahmer – Monster: The Jeffrey Dahmer Story [TV series]. Ryan Murphy Productions.
U.S. National Archives. (1949). Trials of war criminals before the Nuremberg military tribunals under Control Council Law No. 10. Government Printing Office.
