Kutsal Aile, Kutsal Yalan: Modern Mitlerin Anatomisi

Kutsal Aile, Kutsal Yalan: Modern Mitlerin Anatomisi
Photo by Dynamic Wang on Unsplash

#2 “Kutsal Aile, Makbul Kadın: Rahminle Yaşa, Yat Ruhsatıyla Öl”

Büyükannem kulağıma eğilip "Aman kızım sakın evlenme!" dediğinde bu cümlenin derinliğini anlayacak bir yaşta değildim. Evlenmeme öğüdü veren büyükanne daha sonra kendi kendine benim çeyizime bir şeyler yapardı. İnsanın kafası çok karışıyor gerçekten. Dantel yatak örtülü bir bekarlık mı istedi bana yoksa her şeye rağmen diğer kadınlardan ayrı veya diğer evliliklerden farklı bir evlilik yapacağıma dair umudunu saklamış olmalı. Umut da turşu gibi. Ne kadar saklarsan sakla, tuzlu ve ekşi tabi.

Kadın kutsaldır. Ama evliyse. Kadın değerlidir. Ama annelik yapıyorsa. Kadın yüceltilir. Ama susarak, katlanarak, unutarak. Yani kadın kadardır ama “makbul” olanı esastır. Diğerleri ya eksik, ya fazla, ama asla tam değildir. Ve bu sistem kadına şöyle der: “Özgür olabilirsin ama aile içinde. Birey olabilirsin ama karı olursan. Konuşabilirsin ama itiraz etmeden.” Kutsal ailenin içindeki kadına yer vardır; çünkü o yer çoktan biçilmiştir. Etek boyunun uzunluğu, rahmin verimliliği ve suskunluğun seviyesiyle ölçülen bir yer. Sanki insan bir beden değil, full paket bir geleneksel kadın yazılımıdır: Versiyon 3.0, ek özelliklerle; "rahim otomatik", "ses kapalı".

Kadının ailedeki yeri, toplumsal cinsiyet rollerinin ideolojik inşasıyla belirlenir. Judith Butler’ın toplumsal cinsiyet teorisine göre kadınlık, biyolojik bir gerçeklikten çok, tekrarlanan söylemler ve toplumsal pratiklerle oluşturulan bir performanstır. Ve bu performans, ne tesadüf, en çok ailenin orta salonunda oynanır. Kadın “iyi anne”, “sadık eş”, “sabırlı gelin” kimlikleriyle sahneye çıkar; ne yaparsa yapsın “makyajsız oynadığında” bile oyunun adı değişmez. Sylvia Walby’nin ataerki analizine göre, modern ataerki altı temel yapısal eksende işler: üretim ilişkileri, ev içi emek, devlet yapıları, şiddet, kültür ve cinsellik. Kadın bu altı alanda sistematik biçimde baskılanır. Hatta çoğu zaman, bu baskının farkında bile değildir; çünkü baskıyı “sevgi” sanır. Dövüyorsa sever, susturuyorsa “namusunu koruyordur.” Kısacası: Ataerki, Freud’un annesiyle kavga edip çıkardığı bir teori değil, günlük hayatın ev dekorudur.

Kadın yalnızca ev içi işgücü olarak değil, aynı zamanda ideolojik bir taşıyıcı olarak konumlandırılır. Pierre Bourdieu'nun "habitus" kavramıyla açıklarsak, bireylerin toplumsal rolleri otomatikleştirilmiş pratiklerle içselleştirmesi, ailede kadına yüklenen rolü “doğalmış” gibi gösterir. “Kadın dediğin evi çekip çevirir” cümlesi, doğanın değil, patriyarkanın “dış ses”idir. Kadın hem mahallenin hem devletin hem de ekonominin temel “istikrar unsuru” gibi kodlanır; çünkü sistem onun özne olmasından değil, çamaşır suyunu fazla kaçırmadan ortalığı toparlamasından fayda sağlar. Ortalıkta tek toz kalmasın kızlar! Duygusal tozlarınızı da içinize saklayın. Sonra hastalık yapacak onlar!

Kadının ailedeki görünürlüğü, onun özneleştiği anlamına gelmez. Aksine, patriyarkal kapitalist sistem, kadını “duygu yöneticisi” ve “bakım emekçisi” olarak konumlandırarak onun emeğini görünmezleştirir. Arlie Hochschild’in “duygusal emek” kavramı burada oldukça açıklayıcıdır: Kadın yalnızca fiziksel işler değil, aynı zamanda aile içinde sürekli bir duygusal regülasyon görevi de görür. Eşin moralini yüksek tutmak, çocukların psikolojisini dengelemek, yaşlı akrabaların duygusal ihtiyaçlarını gözetmek… Bunlar ne SGK tarafından karşılanır ne de toplum tarafından tanınır. Ama yapılmadığında kıyamet kopar. Yapıldığında ise “zaten annelik böyle bir şey” denir. Kadının adı Customer Support, 7/24 hizmet. Birden bir "Bugün annelik edecek durumda değilim!" diyemezsin. Sen kutsal bir annesin tatlım!

Bu yük, sadece sosyolojik değil, fizyolojik bir maliyet de üretir. Kadınların duygusal emek yükü ile otoimmün hastalıklar arasındaki ilişki, psikoneuroimmünoloji alanında geniş biçimde incelenmiştir. Kiecolt-Glaser ve Glaser (2001) tarafından yapılan araştırmalar, evli kadınların özellikle bastırılmış öfke ve kronik kaygı durumlarında bağışıklık sistemi hücrelerinin (özellikle NK ve T-hücrelerinin) baskılandığını ve bu durumun lupus, romatoid artrit ve Hashimoto gibi bağışıklık sistemi hastalıklarına yatkınlığı artırdığını göstermiştir. Segerstrom ve Miller’in (2004) 30 yılı kapsayan meta-analitik çalışması, uzun süreli psikolojik stresin bağışıklık fonksiyonlarını doğrudan zayıflattığını kanıtlamıştır. Özetle: Sistem kadına “katlan” der, beden ise buna bağışıklıkla karşılık verir. Ama ne tuhaftır ki kadın hasta olduğunda bile suçlanır. “Çok kafaya taktın.” “Bunu kendine sen yaptın.” Evet, kendine yaptı çünkü sabırla boğazına kadar dolu yaşadı. Kadın için “kendine iyi bak” cümlesi, bazen gerçek bir bakım değil, tek yönlü bir tehdit gibidir. "Kendine iyi bakmalısın Nesrin!" bunu söyledikten sonra Nesrin'e bunu için sakın fırsat vermeyin! Yoksa Nesrin "Başlarım sizin...." deyip... Aman yani... Nesrin, aynaya bak, kırışıklıklarına bak, yüzündeki bıkkınlığa ve tükenmişliğe bak, mutsuzluğa bak... Bu kadar bak. Kendine iyi bak meali budur.

Kadının toplumsal konumu, aile üzerinden değerlendirildiğinde yalnızca kamusal alandan değil, bedeninden de uzaklaştırılır. Michel Foucault’nun "biyopolitika" kavramı bu noktada devreye girer. Devlet, kadınların bedenini doğurma, doğurduğunu büyütme, besleme ve toplum için “verimli kılma” üzerinden regüle eder. Kadın birey değildir; potansiyel bir doğum fabrikasıdır. AKP döneminde sıkça duyduğumuz "en az üç çocuk", "anneliği reddeden kadın eksiktir", "kadınla erkek eşit değildir" gibi söylemler bu biyopolitik düzenlemenin açık tezahürleridir. Kadının doğurganlığı yalnızca özel alanın değil, kamusal siyasetin de konusu hâline getirilmiştir. Kadın Bakanlığı yerine Aile Bakanlığı vardır çünkü devlete göre kadın, birey değil fonksiyondur. Fonksiyonun bozulursa da kimse “garanti belgesi” sunmaz. Huuuu Huuu elimi görmüyor musunuz? Ben de burdayım!

Kadın yaşlandığında bile hâlâ üretmek zorundadır: Sevgi üretir, şefkat üretir, dua üretir, yahu saçından süpürge üretir. O artık "fedakârlığıyla anılan bir hatıradır." Ne yaşarken dinlenmiştir, ne de yaşadığı acıların adı konmuştur. Ama öldüğünde “cennet ayaklarının altında” gibi mistik bir teselliyle kutsanır. Bu, yaşarken verilmemiş hakların, öldükten sonra verilmiş manevi bir tazminatıdır. Sessizliğiyle büyüttüğü nesil, onun suskunluğunu model alır. Böylece sistem kendini yeniden üretir, döngü sürer.

Kutsal ailenin içinde kadın, ideolojik, ekonomik ve biyolojik olarak şekillendirilmiş bir nesneye dönüşür. Onun arzusu değil, işlevi makbuldür. Onun sesi değil, suskunluğu ödüllendirilir. Ve tüm bunların adı "gelenek", "kutsiyet", "fıtrat" gibi kutsal etiketlerle paketlenir. Aslında bu yapı, kadını hem insan hakları açısından hem de sağlık açısından sistematik olarak tüketir. Kadınlık, bu düzenin içinde bir ontoloji değil, ağır bir kontrattır. Kontratın süresi ömür boyudur ve fesih hakkı yoktur. Hani cep telefonuna iki yıl taahhütle imza atarsın da pişman olunca cayma bedeli çıkar ya, burada cayma bedeli toplumun laneti, mahallenin dedikodusu ve devletin “makbul kadın” damgasından mahrumiyettir.

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere:
👉 “Sır Tut, Sus, Sabret: Ailenin İçindeki Çocuk Cezaevi”

Bourdieu, P. (1990). The logic of practice (R. Nice, Trans.). Stanford University Press.
(Orijinal eser 1980 yılında yayımlanmıştır.)

Butler, J. (1990). Gender trouble: Feminism and the subversion of identity. Routledge.

Foucault, M. (1978). The history of sexuality: Volume I – An introduction (R. Hurley, Trans.). Pantheon Books.

Hochschild, A. R. (1983). The managed heart: Commercialization of human feeling. University of California Press.

Kiecolt-Glaser, J. K., & Glaser, R. (2001). Stress and the immune system: Human studies. In R. Ader, D. L. Felten, & N. Cohen (Eds.), Psychoneuroimmunology (3rd ed., pp. 849–867). Academic Press.

Segerstrom, S. C., & Miller, G. E. (2004). Psychological stress and the human immune system: A meta-analytic study of 30 years of inquiry. Psychological Bulletin, 130(4), 601–630. https://doi.org/10.1037/0033-2909.130.4.601

Walby, S. (1990). Theorizing patriarchy. Basil Blackwell.

Read more

Suçun Zinciri: Stalin ve İktidarın Suça Bulaştırma Mekanizması

Suçun Zinciri: Stalin ve İktidarın Suça Bulaştırma Mekanizması

Suça bulaştırma, iktidar sahiplerinin çevrelerini kendilerine bağımlı kılmak için kullandıkları en etkili stratejilerden biridir. Bu mekanizma yalnızca bireyleri değil, bütün bir toplumsal yapıyı iktidara bağlayan gizli bir sözleşme işlevi görür. İktidar, çevresine sunduğu haksız ayrıcalıklarla, küçük çıkarlarla ve zorunlu imzalarla insanları suça ortak eder, ardından bu ortaklığı bir koz olarak

By Daphne Emiroğlu
Tanrı Tarihi #30 - Quakerların Doğuşu ve Mirası

Tanrı Tarihi #30 - Quakerların Doğuşu ve Mirası

Onyedinci yüzyıl İngiltere’sinin siyasal, dini ve toplumsal çalkantıları arasında ortaya çıkan Quaker hareketi ya da kendi tercih ettikleri isimle “Dostlar Cemaati”, Avrupa’nın din tarihinde alışılmadık bir sayfa açtı. George Fox’un genç yaşta yaşadığı dinsel arayışlardan doğan bu hareket, Hıristiyanlığın kurumsallaşmış yapılarına, unvanlara, merasimlere, hiyerarşik otoriteye ve kilise

By Daphne Emiroğlu
Tanrı Tarihi #29 - Canavarın Kellesi: Din, Entrika ve Ortaçağ Mizahı

Tanrı Tarihi #29 - Canavarın Kellesi: Din, Entrika ve Ortaçağ Mizahı

Ortaçağ Avrupa’sında kraliçe olmanın bedeli, bugünün magazin dünyasında Instagram fenomeni olmanın bin kat üstüydü; çünkü “unfollow” yoktu, doğrudan kafanı gövdenden ayırıyorlardı. İskoçya Kraliçesi Mary Stuart’ın hikâyesi de bunun en kanlı, en absürt ve en kara mizah malzemesi bol örneklerinden biri. Mary, 1542’de doğar doğmaz babasını kaybetti, yani

By Daphne Emiroğlu