Kutsal Anne, Lanetli Oğul

Kutsal Anne, Lanetli Oğul

Tarihin ışıltılı harfleriyle yazılmış isimler var. Hayranlık uyandıran, ilham veren… Yüzlerce yıl hatırlanan ve tekrarlanan… Bir de tarihin karanlık sayfaları var. İnsanın bilmek, duymak, görmek istemediği şeyleri yapan insanlar! Tarih onları da unutmuyor ama her hatırlandığından sanki o anmış gibi dehşet saçmaya devam ediyorlar. İşte bu dehşet anına Netflix’te Monster ile tekrar ve yeni bir bakış açısıyla gittim. Dizi, bir annenin sadece çocuk değil canavar da yetiştirebileceğini, canavarın masumiyetini ve karmaşasını anlatırken, Hitchcock'tan bahsederek insanın vahşeti seyretmek konusundaki tutkusuna da kısa bir gönderme yapmadan durmuyor.

Watch Monster: The Ed Gein Story | Netflix Official Site
The shocking true-life tale of Ed Gein, the infamous murderer and grave robber who inspired many of Hollywood’s most iconic on-screen killers.

Kasabada sabah hep aynı sessizlikle uyanılırdı. Wisconsin’in Plainsfield kasabası, Tanrı’ya yakın ama insanlığa uzak bir yerdi. Tarlalar griydi, gökyüzü donuktu, kilisenin çanı her sabah günahı hatırlatırdı. Ve bu kasabada yaşayan biri vardı: Ed Gein. İnsanlar ona tuhaf ama zararsız derdi. Oysa Ed'in evinde, canlı bir ölünün sesi dolaşıyordu – annesinin sesi. August Gein ölmüştü, ama hükmü bitmemişti. O evin duvarlarına sinen koku, aslında çürüyen et değil, çürümeyen bir annelikti. Ancak yaşayan çocuğunu çoktan çürütmüştü.

Edward Theodore Gein 1906’da doğdu. Babası George alkolikti; sevgisiz, silik bir figür. Annesi August Gein ise dindarlığın taşlaşmış hâli: kadınlığı günah, arzuyu şeytan işi sayardı. Ed doğduğunda ona sadece bir hayat değil, bir korku teolojisi de armağan etti. Kadınlar tehlikeliydi, erkekler zayıf, Tanrı her yerdeydi. Ed, annesinin Tanrı kompleksinin gölgesinde büyüdü. Okulda kimseyle konuşamaz, kadınlara bakamazdı. August oğlunu “korurken” aslında onu toplumdan ayırdı; sevginin yerine korku, şefkatin yerine suçluluk koydu. Hiç bitmeyen bir suçluluk...

Psikanalitik düzlemde Ed Gein’in “benlik” oluşumu daha çocukken bozuldu. Freud’un Oedipus kompleksinde oğul babayı öldürmek ister; Ed içinse baba önemsizdi, öldürülmesine gerek yoktu. Oedipal üçgen çökmüştü. Geriye yalnızca anne kalmıştı – ve onun Tanrısal gölgesi. Ed’in arzusu, annesini sahiplenmek değil, annesinin içinde kaybolmaktı.

August öldüğünde ise Ed’in dünyası sessizliğe gömüldü. Ama sessizliğin içinde onun sesini duymaya devam etti. Mezarlara girdi, kadın cesetleri çıkardı. Beden parçalarını birleştirdi, derileri giydi. Çünkü annesini yeniden yaratmaya çalışıyordu. Freud buna ölüm dürtüsü derdi; Lacan’a göre ise bu, sembolik düzenin yıkılmasıydı – anneden ayrışmanın başarısızlığı. Ed’in bütün suçu, “ayrılmayı” başaramamasıdır. Ve onu yol ayrımında bırakmayan annesi...

August Gein’in dindar baskısı, oğlunda kadın bedenine karşı hem arzu hem tiksinti yarattı. Julia Kristeva’nın abjection (iğrenme) kavramı bu noktada parlar: bastırılmış arzu, iğrenme kılığına bürünür. Ed kadın cesetlerinden iğrenirken aynı anda büyüleniyordu; çünkü o cesetler annesine en yakın nesnelerdi. Her yüzülmüş deri, bir ibadet biçimiydi.

Kutsal Anne’den Cadı’ya: Ilse Koch’un Hayaleti
Ama Gein’in zihninde sadece annesinin yankısı yoktu. 1940’ların sonunda, savaşın ardından tüm dünyaya yayılan Nazi efsaneleri de o karanlık zihni besliyordu. Buchenwald kampının infazcısı olarak bilinen Ilse Koch, mahkûmlara yaptığı zulümlerle “Buchenwald’ın Cadısı” olarak anılmıştı. Onun hakkında çıkan haberler, çizgi romanlar, pulp dergilerde yayılan korkunç hikâyeler Amerika’ya kadar ulaştı. Mahkûmların dövmeli derilerinden abajurlar, defter kapakları yaptırdığı anlatılıyordu. Kanıtlanmamış olsa bile, halk onu “insan derisinden süs eşyaları yapan Nazi kadını” olarak belleğine kazıdı.
Ed Gein, Wisconsin’deki küçük evinde bu hikâyeleri okuyordu. Nazi mitolojisinin bu “cadı kadın” figürü, annesinin kutsallığıyla birleştiğinde zihninde ölümcül bir karışım yarattı: kutsal anne ile lanetli kadın tek bedende buluştu.
Ilse Koch, Ed’in gözünde annesinin karanlık yansımasıydı; günahın içinde Tanrı’ya yaklaşmaya çalışan bir “dişi iblis.” İnsan derisinden eşya yapma fikri ilk kez orada, o hikâyelerde şekil buldu. Ve Gein, onu gerçekleştirdiğinde, aslında hem annesinin yasını tutuyor hem Ilse Koch’un mitini yeniden yaratıyordu. “Cadı” ile “anne” artık birbirinden ayrı değildi — ikisi de aynı bedende, aynı korkuda, aynı evde yaşıyordu.

Evinden çıkan deriden koltuklar, kafatası kaseler, insan derisi abajurlar delilikten çok ritüeldi. Bu ev bir mabetti – August’un mezarı, Ed’in tapınağı. August oğlunu dünyadan korumak isterken kendi karanlığını ona bulaştırmıştı. Anne koruyucu değil, bulaşıcıydı.

Gein vakası sadece gazetelere manşet olmadı; 1950’lerin sonunda Wisconsin’de yaşayan genç bir yazarın zihnine de kazındı: Robert Bloch. 1959’da yayımladığı Psycho romanında, Ed Gein’in annesine saplantılı ruhundan bir karakter yarattı: Norman Bates. Roman, Gein’in evinde bulunan bulgular kadar kasabanın sessizliğinden de beslenmişti. Bloch, Gein’in “kadın-anne” karışımı arzusunu bir kurguya dönüştürdü – ve onu bir Amerikan trajedisi haline getirdi.

Bloch’un romanındaki Norman Bates, tıpkı Gein gibi annesinin ölümünü kabullenemez. Onun cesedini evde saklar, kimliğini ikiye böler: bir yanda uysal, utangaç Norman; diğer yanda cezalandırıcı “anne.” Kadınlara duyduğu bastırılmış arzu, bu bölünmüş benliğin en zayıf noktasından sızar. Kadınları arzular, sonra suçlulukla öldürür. Bu, Ed Gein’in iç savaşının edebi izdüşümüdür.

Bir yıl sonra, Alfred Hitchcock, Bloch’un romanını sinemaya uyarladı. 1960 tarihli Psycho filmi, yalnızca sinema tarihinin değil, kolektif bilinçdışının da dönüm noktası oldu. Hitchcock’un Norman Bates’i (Anthony Perkins’in ürkütücü inceliğiyle) Ed Gein’in zihinsel anatomisini beyazperdeye taşıdı. Film, bıçak darbeleriyle değil, anne sesiyle korkuttu. Çünkü bu ses, dışarıdan değil, Norman’ın içinden geliyordu.

Filmdeki Bates Motel, Plainsfield’daki Gein evinin sinematik izdüşümüdür: dışarıdan bakınca sıradan, içine girince çürümüş. Norman’ın annesiyle diyaloğu, Ed’in zihnindeki August yankısının dramatik yeniden doğuşudur. Hitchcock’un kadrajı aslında psikanalitik bir mikroskoptur: “Anne” sesi, Norman’ın süper-egosuna dönüşmüştür. Freud’un vicdan tanımı, Hitchcock’un mikrofonundan yankılanır.

Psycho’nun duş sahnesinde Marion Crane bıçaklanırken, perdedeki eller Ed Gein’in elleridir; bıçağı tutan Norman değildir, annesinin hayalidir. Kadın bedeni suyun içinde çözülürken Hitchcock, seyirciye şu soruyu sordurur: Korktuğunuz şey katil mi, yoksa anne mid?

Hitchcock, Ed Gein’in hikâyesini doğrudan anlatmadı; ama onu efsaneleştirdi. Psycho’yla birlikte “anne tarafından sakatlanmış erkek” figürü, sinema mitolojisinin temel taşı oldu. Ardından gelen The Texas Chainsaw Massacre (1974) doğrudan Gein’den esinlendi – deriden maskeler, etten mobilyalar, annesiz bir ev. The Silence of the Lambs (1991) ise Gein’in kadın derisinden elbise dikme fantezisini Buffalo Bill karakteriyle yeniden sahneye taşıdı. Her filmde aynı motif vardı: annesini kaybetmiş erkek, kadını parçalayarak anneye dönmek ister.

Bu hikâyeler popüler kültürde korku unsuru olarak işlense de, özünde annelik eleştirisidir. Toplum “kutsal anne”yi yüceltirken, onun tahakkümünü görünmez kılar. Annelik, sevgi kadar kontrolün de aracıdır. “Oğlum okusun da adam olsun” diyen, ama onun kadınlarla ilişkisini sürekli denetleyen; “Sen benim canımsın” derken onun birey olmasını engelleyen anneler, modern dünyanın görünmez Ed Gein’leridir – ruhu sakatlayan ama bedene dokunmayan versiyonlar.

Anne-oğul dengesinin bozulduğu nokta, sevginin mülkiyete dönüşmesidir.
Anne “ben” derken “biz”i kasteder; oğul “ben” demeye çalıştığında suçluluk duyar. Lacan’a göre özne, annenin dilinden ayrılarak doğar. Ayrılamayan, özne olamaz. Bu yüzden Ed Gein hiç “ben” diyemedi; hep “biz” dedi. Biz, yani o ve annesi. Hatta sadece "anne" dedi...

Peki anne gerçekten bu kadar tehlikeli olabilir mi?

Bu ilişki biçimi sadece bireysel değil, kültüreldir. Modern toplum anneleri “fedakâr” olarak tanımlar; o fedakârlık çoğu zaman çocuğun ruhsal bağımsızlığının bedelidir. Kristeva’nın söylediği gibi, anne figürü hem kutsal hem tehditkârdır; “temiz” olanla “kirli” olan arasındaki sınırı çizer. Ed Gein bu sınırı geçti – annesinin bedeninden kendi bedenine. Norman Bates de geçti – annenin sesinden kendi sesine. Ama onlar yalnız değillerdi. Çünkü bu sınır, aslında her toplumda bulunur. Kadınlar kutsal ilan edilerek bedenleri denetlenir; erkekler anneleri tarafından duygusal olarak esir alınır; baba figürü sembolik olarak yok olur. Ortada Tanrı’nın yerine geçen anneler ve günahın yerine geçen oğullar kalır.

Ed Gein’in hikâyesi, Norman Bates’in monoloğunda yankılanır: “Annem bazen beni azarlardı, ama ben onun iyi olduğunu bilirdim.” Bu cümle, Freud’un tüm teorilerini özetler: suçlulukla sevgi arasındaki görünmez zincir. Oğul annesini sevdiği için değil, ondan korktuğu için itaat eder. Bu korku, sevgiyle karıştığında ortaya şiddet çıkar.

Belki de bu yüzden Hitchcock, Psycho’nun finalinde Norman’ı hücrede gösterirken, onun yüzünde hafif bir gülümseme belirir. O an, Ed Gein’in de öldükten sonra mezarında taşıdığı bakıştır: “Annem beni affeder.” Çünkü o gülümseme, deliliğin değil, sadakatin ifadesidir. Annesinin istediği gibi bir oğul olmak...

Bugün hâlâ birçok erkek, annesinin gölgesinde yaşıyordur bu gezegende. Kimi duygusal bağımlılıkla, kimi pasif öfkeyle, kimi suçlulukla. Bazıları bunu kadına yöneltir, bazıları kendine. Fakat bunu yaşayan her erkeğin içinde aynı yara vardır: sevginin sahiplenmeye dönüşmesi. Ed Gein bunu mezarlarda aradı, Norman Bates otel odalarında. Bizler ise gündelik hayatlarımızda, “iyi niyetli” annelerin cümlelerinde duyuyoruz bu arayışı: “Ben senin için yaşadım.”

Bir anne oğluna ne zaman zarar verir?
Onu korurken, onun yerine yaşamaya başladığında.
Oğlunun duygularını “annelik sezgisiyle” değil, kendi eksikliğinin yankısıyla yönlendirdiğinde.
Oğul, annesinin aynasında kendi suretini göremediğinde.

Ed Gein annesini öldürmedi; ama annesi onu öldürdü. Ruhunu, kimliğini, cinsiyetini Tanrı adına parçaladı. Oğul, annesinin mezarını kazarken aslında kendi kimliğini gömüyordu.
Norman Bates’in bıçağı, Ed Gein’in küreğiyle aynı işlevi gördü: ayrışmayı reddetmek.

Ve biz bu hikâyeleri “korku” diye izliyoruz, oysa korkulan şey katil değil, anneliğin tanrısal gücü. Çünkü bir anne bazen sadece doğurmaz; sahip olur, biçim verir, kutsal kılıf altında sakatlar.

Ed Gein’in hikâyesi, Norman Bates’in monoloğunda yankılanır, Hitchcock’un kamerasında ölümsüzleşir ve modern toplumun evlerinde hâlâ sürer: annesi tarafından sevilmiş ama özgür bırakılmamış erkeklerin hikâyesi.

Ve sonunda hep aynı soru kalır geriye:
Bir oğul, annesinden kurtulmadan erkek olabilir mi?
Bazı anneler çocuklarını dünyaya getirmek yerine, kendi karanlıklarını onlara miras bırakır. Kimisi o karanlığa tek başına gömülür, kimisi yanında başkalarını da sürükler...

Read more

Kadınlığın Rengi: Marilyn Monroe ve Sarışınlık Dininin Doğuşu

Kadınlığın Rengi: Marilyn Monroe ve Sarışınlık Dininin Doğuşu

Norma Jeane Mortenson, 1946’da saçlarını platine boyadığında yalnızca kimliğini değil, kadınlığın endüstriyel standardını da yeniden icat etti. Hollywood o anda yeni bir tanrıça yarattı: Marilyn Monroe. O günden itibaren milyonlarca kadın saçlarını sarıya boyarken aslında boyadığı şey saçları değil; kendini toplumsal onay için boyadı. Monroe yalnızca bir aktris değil,

By Daphne Emiroğlu