Orta Sınıfın Soft Tarikatı: Astroloji

Orta Sınıfın Soft Tarikatı: Astroloji

Burçlara körü körüne inanmak, insan aklının en ironik düşüşlerinden biridir. Bir yanda binlerce yıllık bilimsel birikim, nöropsikoloji, sosyoloji ve davranış bilimleri dururken, öbür yanda hâlâ “Merkür geri gidiyor, hayatım altüst oldu” cümlesini ağız dolusu söyleyen kitleler var. Güneş burcunu kimliğin çekirdeği sanmak, insanı en kaba indirgemeciliğe teslim etmektir: Sanki milyonlarca nöron, genetik kod, travma, aile yapısı, kültürel bağlam, sosyoekonomik koşullar, anne, baba, dede, öğretmen, arkadaş hiçbir şey ifade etmiyor da, doğduğun gün gökyüzünde güneşin konumu senin hayatının hard diskini formatlıyor. Bu kadar ucuz olamaz.

Psikolojik açıdan mesele çok daha acıklı. Kognitif bilim bize şunu gösteriyor: İnsanlar belirsizliği yönetmekte beceriksizdir ve her zaman anlam arayışındadır. İşte burada devreye astroloji girer. Barnum etkisi (Forer, 1949) sayesinde insanlar, aslında herkes için geçerli genel ifadeleri, kendilerine çok özelmiş gibi yorumlar. “Zaman zaman içine kapanık, bazen de sosyalsin.” Eee? Kime uymuyor bu? Burç yorumları aslen yorum değil, palavradır. Yine de beyin, aidiyet duygusu ve kimlik ihtiyacını burçlardan karşılayarak kendi kendine tatmin olur.

Sosyoloji ise başka bir tokadı indiriyor. Modern toplumda birey, yalnızlık ve belirsizlikle boğuşurken, astroloji “kolektif tarikat” gibi çalışır. İnananlar aynı dili konuşur: “Ben yükselenimle barışamadım.” O zaman alçalanınla barış cicim. Bu dil, toplumsal bir kimlik sağlar. Pierre Bourdieu’nün (1984) Distinction eserinde söylediği gibi, kültürel tüketim pratikleri sınıfsal aidiyetin göstergesidir. Burçlara inanmak da entelektüel boşlukta savrulan orta sınıfın “soft tarikatı”dır. Yani bir tür Netflix dizisiyle aynı işlevi görür: Geceyi anlamlandırmak, ertesi gün için sahte umut üretmek. Kendini bir burç üzerinden övmek, sevmek, beğenmek...

Ofansif gerçek şudur: Burçlara inanan kitleler, düşünme yükünü outsource etmiş insanlardır. Bir Başak, “Ben titizim” der, aslında obsesif kompulsif belirtilerini burç bahanesiyle meşrulaştırır. Bir Yay, “Ben özgür ruhluyum” der, aslında sorumluluk almaktan kaçar. Muhafazakar mahallede göster bakalım o özgür ruhunu da biz de izleyelim. İran'da Yay burcu yok mu? Ya da Afganistan'da? Böylece birey, patolojik eğilimlerini bile yıldızlara ihale ederek kendini aklar. Bu, modern çağın en rezil sorumluluk kaçış mekanizmasıdır. Yani “benim karakterim sorunlu değil, gökyüzü böyle yazmış.” Kusura bakma ama bu mantıkla devam edersek seri katiller de “Marsım çok kötüydü” diye mahkemeden çıkmalı. O zaman Netanyahu'ya neden kızıyorsunuz? O bir Terazi...

Bilimsel olarak astrolojinin tutarlılığı defalarca test edildi. Carlson’un (1985) Nature’da yayımlanan deneyinde astrologlar, gönüllülerin doğum haritalarını onların kişilik testleriyle eşleştiremedi. Başka bir deyişle, bilimsel zeminde astrolojinin geçerliliği sıfır. Yine de milyonlarca insan, özellikle kriz dönemlerinde bu boş masallara sarılıyor. Çünkü insan beyninin evrimsel tasarımı buna uygun: Kaosun içinde düzen aramak. Gökyüzüne bakıp “şu yıldız benim boşanma sebebim” demek, aslında kendi hatalarıyla yüzleşmekten kolay. Oysa evlenenlerin % 50'si boşanıyor zaten. Gezegenlerin konuyla hiç alakası yok.

Sosyolojik boyut biraz daha tehlikeli. Burçlar, bireysel kimliği sabitleyen değil, felç eden bir araç. İnsan, değişim kapasitesi olan bir varlıkken, burçlar bu kapasiteyi iptal ediyor. “Benim kaderim bu.” Weber’in kadercilik eleştirisini hatırlayın: Protestan ahlakı insanı çalışmaya iterken, astroloji insanı beklemeye, bahane üretmeye ve kendi başarısızlıklarını kutsamaya iter: "Ay dur Mars'ım 6 eve geçsin de, bekle Merkür düz gitsin de!" Bu açıdan astroloji, otoriter rejimlerin de hoşuna gider; çünkü sorumluluk bireyden alınıp göğe devredilir. Böylece yurttaş sorgulamaz, sadece “Satürn ters” der ve kaderciliğe gömülür. Otoriter yönetimlerde astrologların işlerinin iyi gitmesine şaşmamak lazım.

Popüler astrolojinin yükselişini tarihsel bağlamdan koparamayız. 20. yüzyılın başında gazetelerde yayımlanan ilk günlük burç köşeleri, aslında siyasi otoritenin toplumu sakinleştirme araçlarından biri oldu. 1930’larda İngiltere’de Edward VIII’in tahttan feragat ettiği dönemde gazeteler, halkın ilgisini skandaldan uzaklaştırmak için burç yorumlarını öne çıkardı (Campion, 2009). Soğuk Savaş yıllarında, nükleer korkularla yaşayan toplumlarda astrolojinin “kaderci rahatlatıcı” işlevi güçlendi. 1960’ların karşı kültür hareketinde, hippiler astrolojiyi sistem karşıtı alternatif bilgi kaynağı olarak sahiplendi. Ne ironidir ki, bu “özgürlükçü” kuşak bile gökyüzünü bir otoriteye dönüştürdü. 1970’lerde neoliberal dalganın başlamasıyla birlikte astroloji, bireyselcilikle el ele verip bir tüketim malına dönüştü: Dergi köşelerinde, televizyon programlarında ve sonrasında internet sitelerinde “kişiselleştirilmiş rehber” olarak pazarlanmaya başlandı. Yani siyasi kriz, savaş ve ekonomik dalgaların her biri, astrolojinin yeniden doğuşunu besledi. Astrolojinin popülerliği tesadüf değil; siyasetin ve ekonominin krizlerine verilen kültürel bir reaksiyon.

İşin absürd tarafı, burçlara inananların çoğu bilime de bayılır gibi görünür: “Ben astrolojiye inanırım ama kuantum fiziği de çok ilgimi çekiyor.” Kusura bakmayın, Schrödinger’in kedisi sizin retro gezegeninize bakıp miyavlamıyor. Burç inancı, bilimin popüler terminolojisini gasp ederek kendini meşrulaştırıyor. “Enerji”, “frekans”, “kuantum” gibi kavramlar, aslında bilimin en değerli kavramlarını içi boş kehanetlere çeviriyor.

Sonuç mu? Güneş burcuna indirgenmiş bir kimlik, hem psikolojik açıdan infantil, hem sosyolojik açıdan tehlikelidir. İnsan, bilinçdışıyla, toplumsal koşullarıyla, eğitimle, ekonomiyle, travmayla yoğrulur. Ama sen hâlâ “Ben Aslan’ım, lider doğmuşum” diye geziyorsan, kusura bakma, lider değil, manipülasyona açık bir piyonsun. Ve gökyüzü sana değil, sen gökyüzüne gülünç bir figür olarak bakıyorsun.

Kaynakça:

  • Bourdieu, P. (1984). Distinction: A Social Critique of the Judgement of Taste. Harvard University Press.
  • Campion, N. (2009). A History of Western Astrology Volume II: The Medieval and Modern Worlds. Bloomsbury.
  • Carlson, S. (1985). A double-blind test of astrology. Nature, 318, 419–425.
  • Forer, B. R. (1949). The fallacy of personal validation: A classroom demonstration of gullibility. Journal of Abnormal and Social Psychology, 44(1), 118–123.
  • Freud, S. (1923). The Ego and the Id. Vienna: Internationaler Psychoanalytischer Verlag.
  • Mead, G. H. (1934). Mind, Self, and Society. University of Chicago Press.
  • Weber, M. (1905/2002). The Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism. Routledge.

Read more

Kadınlığın Rengi: Marilyn Monroe ve Sarışınlık Dininin Doğuşu

Kadınlığın Rengi: Marilyn Monroe ve Sarışınlık Dininin Doğuşu

Norma Jeane Mortenson, 1946’da saçlarını platine boyadığında yalnızca kimliğini değil, kadınlığın endüstriyel standardını da yeniden icat etti. Hollywood o anda yeni bir tanrıça yarattı: Marilyn Monroe. O günden itibaren milyonlarca kadın saçlarını sarıya boyarken aslında boyadığı şey saçları değil; kendini toplumsal onay için boyadı. Monroe yalnızca bir aktris değil,

By Daphne Emiroğlu