Tanrı Tarihi #27 - Langar Devrimi: Tanrı Herkesi Aynı Tencerede Sever mi?

Tanrı Tarihi #27 - Langar Devrimi: Tanrı Herkesi Aynı Tencerede Sever mi?

Guru Nanak, Hindistan’ın kuzeybatısındaki bir Hindu ailesinde dünyaya geldiğinde, muhtemelen kimse onun bir gün “Tanrı’nın kimliksiz temsilcisi” olacağını tahmin etmiyordu. Oysa tarih, “kimliksiz” diye küçümsenenlerin en radikal kimlik devrimlerini yaptığını defalarca göstermiştir. Nanak da aynısını yaptı: Dinler arası kutuplaşmayı aşmakla kalmadı, iki büyük teolojik blokun arasından yepyeni bir yol açtı. Hinduizm’in sınıfsal zincirlerini ve İslam’ın dogmatik sınırlarını aşarak, ruhani bir geçit inşa etti. Üstelik bunu yaparken ne papalık iddiasında bulundu ne de peygamberlik; sadece “anlayan varsa dinlesin” dedi.

Guru Nanak’ın ortaya çıktığı dönem, Hint altkıtasının dini karmaşayla çalkalandığı bir çağdı. Hindu kast sistemi, Brahminlerin yemeklerine gölgesi düşenleri bile “kirli” sayarken; Müslüman tüccarlar İslam’ı yaymaya çalışıyor, ancak beraberinde Arap-Fars idari kültürünü de getiriyordu. Bu hengâmenin ortasında Nanak, Tanrı’yla kurulan ilişkinin ne Brahmin onayıyla ne de şeyh aracılığıyla kurulabileceğini söyledi. Eğer Tanrı gerçekten her şeyin yaratıcısıysa, neden sadece belirli bir kastın ya da etnik grubun tekeline alınsındı?

İşte bu soru, Sihizm’in doğum anıdır. Nanak, dini arabulucuları ortadan kaldırdı. Kutsala ulaşmak için profesyonel dualara ya da “günah silme memurlarına” gerek olmadığını ilan etti. Tıpkı Martin Luther gibi. Aslında Luther ve Nanak birbirinden habersizdi; biri Almanya’da papalığa, diğeri Hindistan’da kast sistemine karşı çıkıyordu. Aralarındaki mesafe 6.000 kilometreydi ama fikirlerinin çekim gücü o kadar yüksekti ki, belki de yerçekimi bile kısa bir süreliğine durup “ne oluyor burada?” demiştir.

Nanak’ın devrimlerinden biri, yemek masasında başladı. Evet, yanlış okumadınız: langar. Sih tapınaklarında herkesin aynı sofrada, aynı yemeği yemesi bir ibadet biçimi hâline geldi. Brahmin’in gölgesinden korkan Hindulara inat, her kasttan, her inançtan insanın birlikte yemek yemesi teşvik edildi. Ve evet, bu reformun da mutfağı vardı. Nanak’a göre Tanrı’nın sevgisiyle pişmiş bir yemeği paylaşmak, teolojik bir konferanstan daha etkiliydi. Bu, Tanrı’yla ilişkiyi çatışmadan değil, çatalla kuran bir reformdu.

Ama bu kadarı yetmezdi. Nanak’ın ardından gelen dokuz guru, onun ruhani mirasını taşıyıp dönüştürdüler. En sonunda onuncu guru Gobind Singh, Sih topluluğunu hem ruhani hem de fiziksel birliğe taşıdı. Çünkü bazen sevgi yetmez; tarih göstermiştir ki hoşgörü, kılıç kuşanmadığı sürece fazla uzun yaşamaz. Gobind Singh, Sih ordusunu kurarak, inancın hem adalet aracı hem de kendini koruma refleksi olduğunu vurguladı. Nanak bir vizyon koydu, Gobind Singh o vizyonu kılıfından çıkardı.

Sihizm’in iç yapısı da bu dönüşümle şekillendi. Topluluğun ruhani liderleri bir zincir oluşturmadılar, aksine onuncu guru Gobind Singh, “Benden sonra lider yok; sadece Kitap vardır,” diyerek Guru Granth Sahib adlı kutsal kitabı yaşayan guru ilan etti. Luther için İncil neyse, Gobind Singh için de bu kitaptı. Herkes doğrudan metne başvurabilirdi. Araya kimse girmemeliydi. Dinî bürokrasinin üstüne giydirilmiş bir iç çamaşırı gibiydi bu yapı: Rahatsız edici ama gerekliydi. Nihayetinde Sihizm, Tanrı’yla doğrudan ilişki kurma hakkını sadece “gurulara özel” kılmadı; topluluğun tamamına açtı. Protestan reformunun “rahipsizliği” ile tıpatıp benzer bir durumdu bu.

Sihizmin sembolleri bile bu anlayışla şekillendi. Beş K harfiyle ifade edilen öğeler – Kesh (kesilmeyen saç), Kara (çelik bilezik), Kanga (tarağımsı temizlik sembolü), Kachha (iç disiplin giysisi) ve Kirpan (küçük kılıç) – birer ruhani hatırlatma görevi görüyordu. Bu semboller, bir moda beyanı değil; etik sorumluluğun fiziksel uzantılarıydı. Kirpan örneğin, “adalet için mücadele et” demekti ama aynı zamanda “kendini başkalarının adaletsizliğine karşı koru” anlamına da geliyordu. Hani diyebiliriz ki: Sihler, içlerindeki ruhani rehberi bir çelik bilezikle tanımlarken, dışarıdaki adaletsizlikle başa çıkmak için mini bir kılıçla gezmeyi tercih ediyordu. Kutsallık ile savaşçılık aynı anda cepte.

Nanak’ın Tanrı anlayışı da sıradışıydı. Ona göre Tanrı’nın ne şekli vardı ne de sabit bir evi. Camiler ve tapınaklar, Tanrı’yı barındıramazdı. Çünkü Tanrı, insanın içindeydi; eğer vicdan temizse, dua zaten başlamıştı. Bu yüzden Sihizmin Tanrısı, ne Hindu çoktanrıcılığındaki gibi sınıflandırılmıştı ne de İslam’daki gibi isim isim kodlanmıştı. Bu Tanrı, söze değil sezgiye dayanıyordu. Açıkçası, Tanrı’yla iletişimde şifre çözmeye gerek bırakmayan sade bir sistemdi. Belki de bu yüzden, Nanak’ın Tanrı’sı bir “müstehzi Tanrıydı”: Kendisine tapınanları değil, anlamaya çalışanları seviyordu.

Sihizm’in en belirgin farklarından biri de misyonerlik yapmamasıydı. Hristiyanlık ve İslam gibi yayılmacı eğilimler göstermeyen bu inanç sistemi, “gelmezsen cehennemliksin” tehditlerinden uzak, adeta “istersen soframız açık” diyordu. Tanrı’yı pazarlamayan bir din düşünün… Bugün bile şaşırtıcı olurdu, hele ki YouTube reklamı olmayan bir Tanrı fikri! Sihizmin bu tavrı, modern çağda bile göçmenlerin ruhani yönelimleri için bir sığınak hâline geldi.

Öte yandan Sihizmin “protestanlaştırıcı” etkisi, sadece Hinduizm ve İslam arasında bir üçüncü yol olmasından kaynaklanmaz. Aynı zamanda, kurumsallaşmayı reddetmesi, dini ritüelleri sadeleştirmesi ve inançla sosyal eylemi birleştirmesiyle de karakterize edilir. Sih ibadeti sadece dua etmek değildir; aynı zamanda topluma hizmet etmektir. Langar mutfağında yemek pişirmek, en az ayin kadar kutsaldır. Bu da “dini performansın” gösteri değil, katkı olduğu bir yapıya işaret eder. Kısaca: Sihler dua ederken değil, bulaşık yıkarken de kutsanmış hissedebilirler.

Sih topluluğunun adı olan Khalsa, “saf yolun topluluğu” anlamına gelir. Buradaki saflık, sadece ahlaki bir duruş değil, aynı zamanda baskıya karşı bir direniş formudur. Çünkü tarih boyunca pek çok inanç grubu zulüm gördü ama çok azı “temiz bir kalple savaşmak” ilkesiyle örgütlendi. Khalsa, bir nevi “etik milis”ti: Ruhani disiplinle askeri dayanıklılığı birleştiren bir kolektif.

Sihizm’in bu yapısı, Batı’daki birçok Hristiyan gözlemciye “Hint Protestanlığı” gibi görünmüştür. Tıpkı Luther’in Papalığı devre dışı bırakıp İncil’i halka açması gibi, Nanak da dini kast sisteminden ayırarak Tanrı’yla birebir ilişki kurulabileceğini gösterdi. Ve tıpkı Luther gibi, o da “insan eşittir insan” diyordu. Belki de bu yüzden her iki reform da toplumun tabanında – sıradan çiftçilerde, işçilerde, kadınlarda – bu kadar hızlı yankı buldu. Çünkü elitlerin inancı tepeye yazılır, ama devrimler hep dipten okunur.

Bugün baktığımızda Sihizm, hem bir reform hareketi hem de başlı başına bir inanç sistemi olarak değerlendirilebilir. İçinde Hinduizm’in karma anlayışını, İslam’ın tevhid düşüncesini ve hatta Budizm’in içsel disiplinini barındıran bu yapı, Tanrı’ya ulaşmanın tek yolunun “tek doğru yol” olmadığını savunur. Bu haliyle, Sihizm yalnızca bir din değil; teolojik bir uzlaşma önerisidir. Ve belki de bu nedenle hâlâ yeterince yayılmamıştır. Çünkü insanlar basit dogmalarla kavga etmeyi, kompleks gerçeklerle barışmaya tercih eder.

Guru Nanak bir köprü kurdu. Ama bu köprünün ayakları ne tapınakta ne camideydi. O köprü, kalbin ortasında bir yerdeydi. Ve Nanak’ın söylediği gibi, “Sana inanarak bakanlar kurtulacak.” Belki de bu yüzden, bazen sadece bakışmak bile bir ibadet olabilir.

Kaynakça

Singh, K. (2006). A History of the Sikhs. Oxford: Oxford University Press.

McLeod, W. H. (2004). Guru Nanak and the Sikh Religion. Cambridge: Cambridge University Press.

Mandair, A. S. (2013). Religion and the Specter of the West: Sikhism, India, Postcoloniality, and the Politics of Translation. Columbia University Press.

Cole, W. O., & Sambhi, P. S. (1990). The Sikhs: Their Religious Beliefs and Practices. London: Routledge.

Read more

Tanrı Tarihi #30 - Quakerların Doğuşu ve Mirası

Tanrı Tarihi #30 - Quakerların Doğuşu ve Mirası

Onyedinci yüzyıl İngiltere’sinin siyasal, dini ve toplumsal çalkantıları arasında ortaya çıkan Quaker hareketi ya da kendi tercih ettikleri isimle “Dostlar Cemaati”, Avrupa’nın din tarihinde alışılmadık bir sayfa açtı. George Fox’un genç yaşta yaşadığı dinsel arayışlardan doğan bu hareket, Hıristiyanlığın kurumsallaşmış yapılarına, unvanlara, merasimlere, hiyerarşik otoriteye ve kilise

By Daphne Emiroğlu
Tanrı Tarihi #29 - Canavarın Kellesi: Din, Entrika ve Ortaçağ Mizahı

Tanrı Tarihi #29 - Canavarın Kellesi: Din, Entrika ve Ortaçağ Mizahı

Ortaçağ Avrupa’sında kraliçe olmanın bedeli, bugünün magazin dünyasında Instagram fenomeni olmanın bin kat üstüydü; çünkü “unfollow” yoktu, doğrudan kafanı gövdenden ayırıyorlardı. İskoçya Kraliçesi Mary Stuart’ın hikâyesi de bunun en kanlı, en absürt ve en kara mizah malzemesi bol örneklerinden biri. Mary, 1542’de doğar doğmaz babasını kaybetti, yani

By Daphne Emiroğlu