Tanrı Tarihi #34 - Parayı Ödeyenin Tanrısı

Tanrı Tarihi #34 - Parayı Ödeyenin Tanrısı

Parası olmayan kendini adasın.

Modern ruhsal manzara, Tanrı’yı “nesnel bir varlık” olmaktan çıkarıp piyasaya, terapötik uygulamalara ve kişisel markalara dönüştürme sürecidir; bu dönüşümün kökenleri, 19. yüzyılın sonlarından 20. yüzyılın ortalarına uzanan bir dizi kavramsal kırılmada yatar. Mary Baker Eddy’nin Hristiyan Bilim’i, hastalığı maddecilikten soyutlayıp zihnin illüzyonunu ilan ederek şifayı düşüncenin içsel düzenine indirgedi; bu, modern bireyin “acıya rasyonel bir çözüm” arayışını zihinsel bir reçeteye dönüştürdü. Eddy’nin vizyonunda iyileşme, bir tür bilişsel yeniden yapılandırmaydı: bedenin fiziksel gerçekliği, zihnin yanlış okumalarına indirgenir; doğru zihinsel tutumsa kurtuluşun bir aracıdır. Bu yaklaşım, modern tıbbın ve psikolojinin yükselişiyle paralel bir meşruiyet kazandı — hastalığın kökenine inmektense, bilincin işleyişiyle uğraşmak daha çekici, daha erişilebilir bir çözüm sunuyordu.

Hemen ardından gelen L. Ron Hubbard’ın geliştirdiği Scientology, Eddy’nin zihinsel-şifa hattını bilimkurgusal mitlerle ve pazar ekonomisinin dinamikleriyle harmanladı. Hubbard’ın anlatısında “thetan” adı verilen ölümsüz özün geçmiş yaşam travmaları (engramlar) bugünkü ıstırabın kaynağıydı ve bu ıstırabı temizlemenin yolu “auditing” seanslarından geçiyordu. Bu seansların çoğu paralıydı; ruhsal arınma, fiyatlandırılabilen bir hizmet haline geldi. Böylece kurtuluş, modern kapitalizmin mantığıyla uyumlu bir ürüne dönüştü: paketlenebilir, ticarileştirilebilir, pazarlanabilir. Bu olguda Weber’in modernleşme ve rasyonelleşme analizinin ironik bir dönüşünü görürüz — rasyonalite dinin içini boşaltmak yerine dinî hizmetleri rasyonel birer ekonomik faaliyete dönüştürdü. Artık Tanrı parası olan herkesle gücünü, şifasını, iyiliğini, üstünlüğünü paylaşacaktı. Tanrı'nın bundan haberi var mı diye sorgulayan olmadı...

Sun Myung Moon’un Unification hareketi ise kurtuluşu aile ve toplumsal yeniden düzenleme üzerinden okudu; toplu nikâh ritüelleriyle hem bireysel hem kolektif yeniden üretim vaadi sundu. Burada dikkat çekici olan, kurtuluşun artık yalnızca bireysel bir deneyim değil, aynı zamanda toplumsal bir mühendislik projesi haline gelmesiydi: kutsal bir soy devamı, evlilik ritüeli aracılığıyla “dünyanın onarılması” vaadiyle eşleştirildi. Bu örnekte din, biyopolitik bir stratejiyle iç içe geçti; iktidar yalnızca inancı düzenlemiyor, aile ve üreme pratiklerine müdahale ederek toplumsal yapının yeniden biçimlenmesine aracılık ediyordu.

Bu üç damar —beden, zihin, aile— modern insanın acı, belirsizlik ve yalnızlık krizine farklı cevaplar sunar: biri hastalığı zihnin sorununa indirgiyor, diğeri ruhu geçmişe bağlayıp terapiyle arındırmayı teklif ediyor, öbürü ise toplumsal düzenin restorasyonunu evlilik ve aile üzerinden hedefliyor. Ortak nokta, “kurtuluş”un artık metafizik bir vaat olmaktan çıkıp uygulanabilir bir program, ücretli bir seans veya tören haline gelmesidir. Böylece mistik deneyim, piyasa mekanizmaları içinde yeniden üretildi; modernite içinde din, terapi, eğitim ve medya işlevleri arasındaki sınırlar bulanıklaştı.

Bunun teorik okuması birkaç eksende ilerler. Max Weber’in karizmatik otorite analizinden hareketle, modern belirsizlik dönemleri karizmatik figürlere olan talebi artırır; insanlar, bürokratik ve rasyonel kurumların sağlayamadığı kesin ve hızlı yanıtları karizmatik liderlerin söyleminde ararlar. Karizma, rasyonelleşmenin yarattığı soğukluğa karşı bir taşkınlık sunar — ama karizma örgütleşmeye çalıştığında, denetim ve meşruiyet arayışıyla yozlaşma riski taşır. Michel Foucault’nun biyopolitika kavramı, dinin beden üzerindeki etkisini okurken yol gösterir: modern din artık sadece ruhu değil bedeni, üremeyi, toplumsal yaşamın biyolojik yönlerini de düzenleme isteği taşır; bu, iktidarın dinî yüzünün nasıl yeni alanlara yayıldığını gösterir.

Medya ve şöhret çağının etkisini de atlamamak gerekir. Film yıldızları ve ünlüler, modern kutsallığın yeni aracıları haline geldi; onların onayı dinî hareketlere meşruiyet sağlıyor, hareketler de yıldızları ruhsal gelişim ve başarı hikâyeleri aracılığıyla pazarlıyor. Böylece ritüel yerine gösteri, tefekkür yerine performans geldi; inanç bir yaşam tarzı tüketimine dönüşür. Bu dönüşüm, dinin ritüel-hiyerarşik yapısını zayıflatırken, aidiyetin tüketim temelli formlarını güçlendirir. Sonra birbirimize sorarız; "Biz ne zaman tüketim toplumu haline geldik cicim?"

Son olarak, modern dinin ticarileşmesinin etik sonuçlarına bakmak gerekiyor. Ruhsal yardımın piyasalaşmasıyla beraber güç, şeffaflıktan uzaklaşabilir; kurumsal yapılar, hesap verme mekanizmalarını aşındırabilir. Aynı zamanda, bireyin acı çekme deneyimi profesyonelleşir ve tüketim aracılığıyla yönetilir — bu da hem psikolojik hem toplumsal bir sorun yaratır: kimler “kurtuluş” satarsa, onun söylemini belirler; kim ücret ödeyemezse, ruhsal bakım şemsiyesi dışında kalır. Dünya bunu gırtlağına kadar doyacak şekilde deneyimledi... Her yer şifa satan şifacılarla dolu... Ancak bu noktaya işte bu uzun yoldan geldik. Türkiye'de bir yandan cemaat-tarikat denen yapılar, bir yandan yeni nesil şifa, inanç sistemleri ile örümcek ağı gibi kaplanmış durumda... Ya tarikat liderini kutsayıp kurulan ağın meyvelerini cebine ve ağzına atacaksın ya da gidip derin boşluğunu bir takım kişisel gelişimcilerin rasyonel olmayan yollarına para harcayarak dolduracaksın...

Tüm bu süreçlere rağmen, modern mistikler yalnızca “kötü niyetli” aktörler değildir; çoğu zaman gerçek bir ihtiyaç karşılarlar: toplumsal bağ, anlam, toplumsal destek ve kriz anlarında hızlı çözüm vaatleri. Önemli olan, bu hareketleri eleştirel ama adil bir şekilde değerlendirebilecek araçlar geliştirmektir: güçlü ölçme- değerlendirme mekanizmaları, bağımsız denetim, etik standartlar ve birey haklarını koruyan hukukî çerçeveler... Zira bunlar olmazsa bir gün bir grup kadın, şifa için kendisine oral seks yapmalarını isteyen yogiyi şikayete koşarlar... Ancak onun istediğini yaptıktan sonra... Şifa yerine bela bulduklarını anladıklarında... Herhalde binlerce belki de milyonlarca insan isimleri birbiriyle değişik ama akrabalık bağları olan yapıların içinde, yıllarını, emeklerini, paralarını harcadılar, harcıyorlar... Türkiye'de ve elbette dünyanın bir çok yerinde bu yapılardan gördük... Hepsi pek kutsal olduklarını iddia ediyorlardı, ediyorlar da...

Dinin modern dönüşümü, insanın acı çekme deneyimini ortadan kaldırmıyor; sadece onu yeni formlarda çözmeyi vaat ediyor — ve bize düşen, bu vaatlerin hangi koşullarda somut, adil ve insan onuruna uygun olduğunu sorgulamaktır. Sorgulamadığımız zaman tek gördüğümüz şey aynı oluyor: "Tanrı" parayı seviyor ve insanları kullanmayı da... Peki bu tanrı kimin tanrısı?

Kaynakça
Urban, H. B. (2011). The Church of Scientology: A History of a New Religion. Princeton University Press.
Chryssides, G. D. (1991). The Advent of Sun Myung Moon: The Origins, Beliefs and Practices of the Unification Church. Macmillan.
Weber, M. (2002). The Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism. Routledge.
Foucault, M. (1978). The History of Sexuality, Vol. 1: An Introduction. Pantheon Books.
Hanegraaff, W. J. (1996). New Age Religion and Western Culture: Esotericism in the Mirror of Secular Thought. SUNY Press.

Read more

Kadınlığın Rengi: Marilyn Monroe ve Sarışınlık Dininin Doğuşu

Kadınlığın Rengi: Marilyn Monroe ve Sarışınlık Dininin Doğuşu

Norma Jeane Mortenson, 1946’da saçlarını platine boyadığında yalnızca kimliğini değil, kadınlığın endüstriyel standardını da yeniden icat etti. Hollywood o anda yeni bir tanrıça yarattı: Marilyn Monroe. O günden itibaren milyonlarca kadın saçlarını sarıya boyarken aslında boyadığı şey saçları değil; kendini toplumsal onay için boyadı. Monroe yalnızca bir aktris değil,

By Daphne Emiroğlu