Tanrı Tarihi #37 - Savaş Kutsal Olur mu?

Tanrı Tarihi #37 - Savaş Kutsal Olur mu?

Tanrı dışında hiçbir şey insanlığı bu kadar birleştirmemiş ve bu kadar ayırmamıştır.

Tarih boyunca din, hem merhametin hem de katliamın dili olmuştur. “Tanrı adına” söylenen her söz, insanlık adına işlenmiş en büyük günahların da bahanesi olabilmiştir. Din gerçekten şiddetin kaynağı mıdır, yoksa insan mı Tanrı’yı kendi lehine konuşturmuştur? Bu sorunun yanıtı, insanın Tanrı’yı nasıl tasavvur ettiğine bağlıdır. Tanrı, öfkeli bir savaşçı mıydı, yoksa insanların öfkesine bürünen sessiz bir tanık mı?

Yahudiliğin erken tarihi, kurtuluş ve fetih anlatılarıyla örülüdür. Mısır’daki kölelikten kurtuluş, ardından “Vaat Edilmiş Topraklar”ın zapt edilmesi, kutsal bir kader olarak yorumlanmıştır. Yeşu Kitabı’nda Tanrı’nın “nefes alan her şeyi öldürün” buyruğu yer alır (Yeşu 10:40). Bu buyruğun teolojik gerekçesi, Tanrı’nın halkını “putperestliğin kirinden” arındırmak istemesidir. Ancak tarihçiler açısından bu, kutsal onaylı bir etnik temizliktir. Yahudi teolojisinde bu vahiy, artık tarihsel bir aşama olarak görülür; fakat modern İsrail-Filistin çatışmasında “Tanrı’nın vaat ettiği toprak” söylemi hâlâ politik bir silah olarak kullanılır. Böylece kadim bir ilahi emir, modern bir milliyetçiliğin sloganına dönüşür.

Hristiyanlık ilk yüzyıllarda şiddetin mağduruydu: Roma arenasında aslanlara atılan azizler, inancın bedelini bedenleriyle ödediler. Ancak imparator Konstantin’in Hristiyanlığı devlet dini ilan etmesiyle roller değişti. Artık din, iktidarın diliydi. 11. yüzyılda Papa II. Urbanus’un “Tanrı bunu istiyor!” çağrısıyla başlayan Haçlı Seferleri, dini şiddetin kurumsal biçimiydi. Kudüs’te binlerce Müslüman, Yahudi ve hatta Hristiyan katledildi. Kılıçların üstündeki kan, “günahların kefareti” sayıldı. O günden sonra “kutsal savaş” kavramı, Tanrı adını taşıyan en kirli insan icadı oldu.

İslam’da da “cihad” kavramı tarih boyunca farklı anlamlar kazandı. Kur’an’daki “cihad”, öncelikle nefse karşı verilen manevi bir mücadeleyi ifade eder. Ancak siyasal tarih boyunca bu kavram, fetihlerin ve devlet çıkarlarının ideolojik kılıfına dönüştürüldü. Emeviler döneminde fetihler, “İslam’ın yayılması” olarak kutsandı. 20. yüzyılda ise köktenci hareketler — özellikle Afganistan, Irak ve Suriye’de — bu kavramı küresel bir militanlık retoriğine dönüştürdü. Cihad artık içsel bir mücadele değil, Tanrı adına yürütülen bir savaştı.

Din tarihinin en rahatsız edici yönlerinden biri, şiddetin daima “ilahi emir” olarak sunulmasıdır. Yahudi kabilelerinin “Tanrı buyruğuyla” düşmanlarını yok etmesi, Hristiyanların “Tanrı iradesiyle” Kudüs’ü işgal etmesi, Müslümanların “Allah yolunda” savaşması… Bu örneklerin ortak noktası, Tanrı’nın insan öfkesine vekil yapılmasıdır. Köktencilikten beslendiğinden "Tanrı'nın kesin emri" bahanesi tüm vahşetleri, savaşları, şiddeti makul kılmaya çalışır. Modern teologlar bu çelişkiyi şöyle özetler: Tanrı’nın buyruğuyla öldüren insan, aslında Tanrı’yı kendi şiddetine tanık yapar.

Kutsal metinler, hem barışın hem savaşın dili olabilir. İncil’de “Yanağınıza vurana öbürünü çevirin” diyen İsa’nın sözleri (Matta 5:39), aynı metnin başka yerlerinde “Kılıçla gelen, kılıçla ölür” uyarısıyla (Matta 26:52) yan yana durur. Kur’an’da “Dinde zorlama yoktur” (Bakara 2:256) ayetiyle “Allah yolunda savaşın” (Bakara 2:190) ayeti, tarihsel bağlamdan koparıldığında birbiriyle çelişir görünür. Fakat bu çelişki aslında insanın iktidar arzusunu yansıtır: insanlar Tanrı’nın sözcüsü olmak ister, Tanrı’nın sesi değil. Ve elbette Tanrı'nın sözünü kendi menfaatleri için kullanmak arzusudadır.

Din adına savaşmak modern çağda da bitmedi. 17. yüzyıl İskoçya’sında “Merhamet Yok!” sloganıyla süren mezhep savaşları, Hristiyan dünyasının kendi içinde Tanrı adına birbirini öldürmesinin son perdesiydi. Aynı yüzyılda Engizisyon, “sapma”yı cezalandırmak için işkenceyi meşrulaştırdı. 20. yüzyıla gelindiğinde, din ve milliyetçiliğin birleşimi yeni bir şiddet türü yarattı. Ortadoğu’da Şii-Sünni çatışmaları, Güney Asya’da Hindu-Müslüman pogromları (bir azınlık grubuna — özellikle Yahudilere — karşı düzenlenen organize saldırı, linç, katliam veya yağma hareketleri), Balkanlarda Hristiyan-Sırp katliamları ve Srebrenitsa... Hepsi, kutsalın öfkesini etnik kimliğe dönüştüren savaşlardı. Bugün televizyon ekranlarında izlediğimiz görüntüler — birbirine füze yağdıran dini milisler, “Tanrı bizimle” diyen siyasetçiler, “şehitlik” vaadiyle ölüme yürüyen gençler — aslında tarihin yeni değil, kadim bir tekrarından ibaret. Tanrı’nın adını anarak insan öldürmek, binlerce yıldır değişmeyen bir insan alışkanlığıdır. Belki artık bağımlılık olmuştur.

Peki, bu şiddetin faili gerçekten Tanrı mı? Yoksa insan, kendi acımasızlığını Tanrı’nın iradesiyle mi meşrulaştırıyor? Eğer Tanrı’yı aşkın bir varlık olarak düşünüyorsak, O’nun öfkesi insani olamaz. O halde sorun Tanrı’da değil, Tanrı’yı insan gibi öfkeli hayal eden zihindedir. Şiddeti meşrulaştıran din değil, dinin yanlış okunmuş yorumudur. Ateizm bu noktada radikal bir yanıt verir: “Tanrı yoksa, bu kanın sahibi insandır.” Teoloji ise daha incelikli bir yanıt önerir: “Tanrı varsa, bu kanı O değil, O’nun adına konuşan insanlar döker.”

Din, insanı merhamete çağırırken bile kendi içinde tehlikeli bir paradoks taşır: iyi olmak için korkutmak. Cehennem, günah, kefaret gibi kavramlar, ahlaki bir baskı aracına dönüşebilir. Ancak aynı metinler içinde “Komşunu kendin gibi sev” (Levililer 19:18) ya da “Bir insanı öldürmek, bütün insanlığı öldürmek gibidir” (Maide 5:32) cümleleri de yer alır. Dinin dili, hem kılıç hem yara bandıdır. Bu yüzden asıl mesele, dinin şiddeti içerip içermediği değil; insanın onu nasıl okuduğudur.

Dinin kana bulanmış tarihine bakıp umutsuzluğa kapılmak kolaydır. Ancak tarih bize başka bir şey de öğretir: dinin en kanlı dönemlerinden sonra genellikle barış teolojileri doğmuştur. Haçlı Seferleri’nden sonra hümanizm, Engizisyon’dan sonra reform, 20. yüzyıl cihatçılığından sonra “dini çoğulculuk” fikirleri yükseldi. Çünkü Tanrı adına dökülen her kan, sonunda Tanrı’nın değil, insanın utancına dönüşür. Belki de kutsalın asıl mesajı hiçbir zaman savaş değildi; sadece insan onu savaşırken duymayı tercih etti.

Holloway, R. (2004). Dinin Kısa Tarihi.
Girard, R. (1977). Violence and the Sacred. Johns Hopkins University Press.
Juergensmeyer, M. (2003). Terror in the Mind of God: The Global Rise of Religious Violence. University of California Press.
Appleby, R. S. (2000). The Ambivalence of the Sacred: Religion, Violence, and Reconciliation. Rowman & Littlefield.
Armstrong, K. (2014). Fields of Blood: Religion and the History of Violence. Bodley Head.
Pew Research Center. (2023). Religion and Conflict in the 21st Century.

Read more

Kadınlığın Rengi: Marilyn Monroe ve Sarışınlık Dininin Doğuşu

Kadınlığın Rengi: Marilyn Monroe ve Sarışınlık Dininin Doğuşu

Norma Jeane Mortenson, 1946’da saçlarını platine boyadığında yalnızca kimliğini değil, kadınlığın endüstriyel standardını da yeniden icat etti. Hollywood o anda yeni bir tanrıça yarattı: Marilyn Monroe. O günden itibaren milyonlarca kadın saçlarını sarıya boyarken aslında boyadığı şey saçları değil; kendini toplumsal onay için boyadı. Monroe yalnızca bir aktris değil,

By Daphne Emiroğlu