Tanrı Tarihi #26 Tanrı’nın Halefleri: Papalık, Protestanlık ve Modern İtaat Dinleri

Tanrı Tarihi #26 Tanrı’nın Halefleri: Papalık, Protestanlık ve Modern İtaat Dinleri
Photo by 张 嘴 on Unsplash

Tarihte büyük dönüşümler, genellikle bir yorgunluğun sonucudur. 16. yüzyıl Avrupa’sı da, Roma Katolik Kilisesi’nin doymak bilmez iştahı ve inkâr edilemez yozlaşması karşısında yorgundu. İnsanlık dinlerle daha huzurlu, daha iyi ve daha mutlu olacaktı oysa sadece yorgunluğa sebep oldu. İnanılmaz bir tezat yaşıyoruz insanlık olarak. Dinlenmeye çalıştığımız her an yeni bir yorgunluk yaratıyor. Otoritenin kutsalla harmanlandığı, günahın bağışlanmasının bile finansallaştırıldığı bir dönemde, halkın “Tanrı’nın sesi” olarak duyduğu şey çoğu zaman papaların servetini büyüten bir yankıdan ibaretti.

İşte bu ortamda Protestan Reformu doğdu: Bir direniş hareketi olarak değil, Tanrı’yla doğrudan temas kurma arzusu olarak. Ancak gelin görün ki bu temas da zamanla kurumsallaştı. Reform, bireyin vicdanını yüceltti ama o vicdan kısa sürede başka bir cemaatin denetiminde şekillendirildi. İlk Protestanlar, Katolik Kilisesi’nin iktidarına başkaldırırken yalnızca inanç özgürlüğü değil, aynı zamanda toplumsal eşitlik arayışındaydılar. Ne var ki bu eşitlik vaadi, ilk fırsatta sınırlandı. Zira herkesin papaz olduğu bir düzende, bazı papazlar yine daha papaz olmaya başladı.

Reform hareketi, İncil’i herkesin eline verdi ama o İncil de çok geçmeden yorum savaşlarının alanı oldu. Herkes Tanrı’yla birebir ilişki kurabilecekti, deniyordu. Ama sonra “doğru yorum” diye bir şey çıktı. Ve herkesin İncil’i başka başka konuşunca, eski Katolik birliği bu kez Protestan karmaşasıyla yer değiştirdi. Aynı gemide gidenler artık birbirinin kayığını batırmakla meşguldü. Yani teolojik özgürlük vaadi, hızla hizip savaşına evrildi. Bugün bile Protestan dünyasının parçalı yapısı bunun kalıcı mirasıdır. O dönemde kiliseler çoğaldı, ama mezheplerin çoğalması aynı zamanda çatışmanın da çoğalmasıydı. Kutsal kitap yorumlandıkça kutsallık bozuldu, yorum arttıkça Tanrı sesini kaybetti.

Peki ya halk? Reform’un taşıyıcısı olması beklenen köylüler? Onların hikâyesi, özgürlük mücadelesinden ziyade bastırılmış bir sınıf öfkesidir. Toprak sahiplerinin iktidarına karşı ayağa kalktıklarında, Luther’in öfkesine değil, kılıcına rastladılar. 1524’te başlayan Köylü Ayaklanması, bir yıl içinde 100.000’den fazla kişinin katledilmesiyle sona erdi. Ve bu, tarihteki ilk Protestan Haçlı Seferi olarak okunabilir. Tanrı adına adalet değil, düzen istendi yine. Papa değilse de prens konuştu: “Sıra sizde değil.”

Böylece Protestanlık, özgürlükten çok düzenin yeniden inşasını temsil etti. Katolikliğin “kutsal olanı” nasıl statüko haline getirdiyse, Protestanlık da bireyselliği cemaat disiplinine dönüştürdü. Kimin neye inanacağı, kimin hangi kutsal yorumu takip edeceği yine yukarıdan çizildi. Değişen sadece papanın şekliydi; biri taçla konuşuyordu, diğeri vaazla. Ama sesler benzerdi: “Dinle.”

İnanç, yeniden aynı tuzağa düşmüştü: bireyi özgürleştirmektense, ona yeni bir yükümlülük dayatmak.

Reform yalnızca dini bir mesele değildi. O, aynı zamanda siyasetin, ekonominin ve sınıf mücadelesinin yeni sahnesiydi. Katolik Kilisesi Tanrı adına topraklar üzerinde hüküm sürerken, Protestanlık Tanrı’yı yerelleştirmeye başladı. Artık herkes kendi prensinin, kendi dükünün Tanrı’sına inanacaktı. Luther’in “Tanrı’nın önünde eşitiz” vaadi, pratikte “kimin toprağındaysan, onun kilisesindensin”e dönüştü.Bu yerelleşme, aslında erken ulus-devletlerin inşasına kaldıraç oldu. Prensler, ruhban sınıfının tekelinden çıkınca sadece vergileri değil, duaları da kendileri toplamaya başladı. İncil çevirileriyle başlayan süreç, halkı hem dindar hem milliyetçi yaptı. Luther Almanca İncil bastığında, sadece Tanrı’yı değil, Almanlığın da dilini kodladı. Bu noktada dinin yerini yavaşça ideoloji aldı. Katolikliğin evrensel Tanrısı yerine, Protestanlığın yerel otoriteleri geçti. Tanrı, yeni bir forma bürünerek artık “ulus” kavramına içkin hale geldi. İnanç, kimlik oldu. Ve kimlik, sınır çizdi.

Her mezhep kendi toprağını aradı, her kral kendi papazını üretti. Din, artık sadece Tanrı’yla ilgili değildi; yönetimle, hukukla, eğitimle, hatta savaşa kimin gideceğiyle ilgiliydi. Böylece Protestanlık, bireysel kurtuluş için değil, kolektif bir inşa için kullanıldı. Bu yeni yapı, sadece Protestanlar arasında değil, Katolikler ve Ortodokslar arasında da domino etkisi yarattı. Hristiyanlık, reformdan sonra artık “Tanrı” adına değil, “doğru devlet” adına kurgulandı. Artık cennet vaadiyle değil, refah vaadiyle yönetiliyorduk. Reform bir devrim değil, bir ikameydi. Papanın yaldızlı tahtı yerine, yerel lordların tahta benzer sandalyeleri geçti. Herkes aynı hiyerarşinin yeni versiyonunu inşa etti. Aynı İncil’den farklı devletler çıktı. Ve herkes bir diğerini “sapmış” ilan etti. Oysa herkes aynı şeyi yapıyordu: İnancı iktidarın kılığına sokmak. Ve bu sistem günümüze kadar geldi. Bugün Batı’nın seküler yapısının temellerinde hâlâ bu Reform ruhu var. Ancak bu “özgürleştirici” ruh, günün sonunda herkesin kendi dogmasını yaratmasına neden oldu. Bireysellik, cemaatin onayladığı ölçüde var olabildi. Reform hareketiyle başlayan parçalanma süreci, yalnızca dini değil, kutsalı da çoğullaştırdı. Tanrı artık tek biçimli bir otorite değil, her coğrafyada başka bir maskeyle karşımıza çıkan çok başlı bir varlık haline geldi. Ulus devletlerin doğuşuyla birlikte din, kılık değiştirdi: bir kez haçla, bir kez bayrakla, bir kez de anayasa kitapçığıyla.

Modern sekülerlik, çoğu zaman dinin karşıtı gibi sunulur. Ancak gerçekte, sekülerleşme çoğu yerde dinin biçim değiştirmiş halidir. Bu yeni düzende, kiliseler yerini parlamentolara, vaazlar yerini basın bültenlerine, aforozlar yerini sansürlere bıraktı. Ancak yapısal olarak hâlâ bir “inanç” sistemi içindeyiz. Artık Tanrı’yı göğe değil, sandığa yerleştiriyoruz. Ve bu yeni kutsal sistem, neredeyse her şeyi kendi dogmasına göre biçimlendiriyor. “İlerleme” tanrıdır, “kalkınma” ayettir, “güvenlik” peygamberdir. İnsanlar dinlerini terk ederken, başka bir inanç sistemine daha bağlı hale geldiler: Devlet.

Öyle ki bugün Batı’da bile bireyin özgürlüğü, sistemin kutsal değerleriyle çarpıştığında sınırlarını hızla kaybediyor. Toplumsal normlar, dini kurallardan çok daha katı ve cezalandırıcı olabiliyor. Günahkârın yerine “uyumsuz birey”, şeytanın yerine “muhalif” geliyor. İncil’in yerini politik doğruculuk metinleri alıyor.

Dinin içindeki sevgi ve merhamet çağrısı yerini sistemsel itaate bırakınca, yeni inanç biçimlerinin temelinde korku yeniden belirdi. Tanrı'nın sevgisi yerine devletin kuralları, cehennem azabı yerine dijital linç ve sosyal ölüm geldi.

Yani tarihsel süreçte dinin reformu, yerini düzenin reformuna bıraktı. Ve bizler, hâlâ aynı soruyu soruyoruz: Gerçekten özgür müyüz, yoksa sadece eski zincirlerin altın kaplama versiyonlarını mı taşıyoruz?


Read more

Suçun Zinciri: Stalin ve İktidarın Suça Bulaştırma Mekanizması

Suçun Zinciri: Stalin ve İktidarın Suça Bulaştırma Mekanizması

Suça bulaştırma, iktidar sahiplerinin çevrelerini kendilerine bağımlı kılmak için kullandıkları en etkili stratejilerden biridir. Bu mekanizma yalnızca bireyleri değil, bütün bir toplumsal yapıyı iktidara bağlayan gizli bir sözleşme işlevi görür. İktidar, çevresine sunduğu haksız ayrıcalıklarla, küçük çıkarlarla ve zorunlu imzalarla insanları suça ortak eder, ardından bu ortaklığı bir koz olarak

By Daphne Emiroğlu
Tanrı Tarihi #30 - Quakerların Doğuşu ve Mirası

Tanrı Tarihi #30 - Quakerların Doğuşu ve Mirası

Onyedinci yüzyıl İngiltere’sinin siyasal, dini ve toplumsal çalkantıları arasında ortaya çıkan Quaker hareketi ya da kendi tercih ettikleri isimle “Dostlar Cemaati”, Avrupa’nın din tarihinde alışılmadık bir sayfa açtı. George Fox’un genç yaşta yaşadığı dinsel arayışlardan doğan bu hareket, Hıristiyanlığın kurumsallaşmış yapılarına, unvanlara, merasimlere, hiyerarşik otoriteye ve kilise

By Daphne Emiroğlu
Tanrı Tarihi #29 - Canavarın Kellesi: Din, Entrika ve Ortaçağ Mizahı

Tanrı Tarihi #29 - Canavarın Kellesi: Din, Entrika ve Ortaçağ Mizahı

Ortaçağ Avrupa’sında kraliçe olmanın bedeli, bugünün magazin dünyasında Instagram fenomeni olmanın bin kat üstüydü; çünkü “unfollow” yoktu, doğrudan kafanı gövdenden ayırıyorlardı. İskoçya Kraliçesi Mary Stuart’ın hikâyesi de bunun en kanlı, en absürt ve en kara mizah malzemesi bol örneklerinden biri. Mary, 1542’de doğar doğmaz babasını kaybetti, yani

By Daphne Emiroğlu