Yalnız değilsin, kalabalıksın! Peki uyuyan kim?

Yalnız değilsin, kalabalıksın! Peki uyuyan kim?

Durkheim, Les Formes Élémentaires de la Vie Religieuse – Dinsel Yaşamın İlkel Biçimleri (1912) adlı eserinde toplumun sadece yasalar, kurallar veya çıkarlarla değil, görünmeyen bir enerjiyle bir arada tutulduğunu söyler. O enerjiye “kolektif coşku” adını verir. Yani bir grubun aynı anda duygusal taşma yaşadığı, bireylerin “ben” olmaktan çıkıp “biz” haline geldiği an. Bu bir dini ayin olabilir, bir futbol maçı, bir konser ya da bir miting. İnsan kalabalığın içinde erir; kalabalık da bir organizma gibi yaşamaya başlar. Durkheim’a göre bu, toplumun kendi kutsal enerjisini yeniden ürettiği anlardan biridir. Halay başı olduğunuz an, halayın sonuna tutunduğunuz an…

Kolektif coşku, kabaca “ruhların birbirine bulaşması”dır. Durkheim bunu, bireylerin bir araya geldiğinde oluşturduğu psişik bir fermentasyon olarak tanımlar. Tek başına otururken sıradan bir birey olan insan, kalabalığın içinde tanrısal bir hisle dolabilir. Maçta “gol” olduğunda yerinden fırlayan binlerce insanın aynı anda bağırması, konserlerde herkesin ellerini aynı anda havaya kaldırması, mitingde kalabalığın aynı ritimle tempo tutması… Bunların hepsi Durkheim’ın bahsettiği taşkın enerjinin modern ritüelleridir. Bilimsel olarak oksitosin, dopamin ve serotonin karışımı bir kimyasal sel yaşanır; ama sosyolojik olarak bu, toplumun kendi kendini yeniden inşa etme ânıdır (Pickering, 1984).

Durkheim, dinin merkezinde bu toplu taşmayı görüyordu. Ona göre insanlar tanrıya değil, aslında kendi birlikteliklerine taparlar. Yani ibadet ederken kutsanan şey tanrı değil, toplumun ta kendisidir. O yüzden din için ya da din içinmiş gibi yaptıkları birçok dini oluşumda bir araya gelirler. Tanrı, onlar beraberken tanrıdır. Bugün dinî törenlerin yerini konserler, futbol maçları ya da mitingler aldı. Bir mitingde “reis!” diye bağıran kalabalığın enerjisiyle, bir konserin ortasında “yeaaah!” diye bağıran kalabalığın enerjisi aynı mekanizmaya bağlıdır. Birey kendini aşar, kendi sınırlarından taşar ve “biz” olur. Durkheim bugün yaşasaydı muhtemelen “modern totem” olarak futbol formalarını, lider posterlerini veya markaları işaret ederdi (Alexander, 2006).

Bu taşmanın bir de karanlık tarafı vardır. Çünkü kolektif coşku aynı zamanda manipülasyona açıktır. Hayatımız manipülasyon olmuş zaten... Birleştirici olduğu kadar körleştiricidir. Kalabalıkla birlikte ağlayabilen insan, kalabalıkla birlikte taş da atabilir. Aynı duygusal senkronizasyon hem kutsal bir ritüeli hem de toplu bir linci mümkün kılar. Durkheim bu riski sezer, çünkü ona göre kutsal ile tehlikeli birbirinden kolayca ayrılmaz. Hatta bazen kutsal sandığımız, aslında tehlikeli olandır. Maffesoli (1996) de modern kabileleşme kavramını geliştirirken bunu vurgular: İnsan toplulukları artık büyük ideolojiler etrafında değil, ortak duygular etrafında birleşiyor. Bu duygular bazen bir futbol zaferine, bazen bir politik figüre, bazen de bir sosyal medya akımına bağlanıyor.

Kolektif coşkunun dijital çağdaki hali ise daha da ironiktir. Artık kalabalıklar meydanlarda değil, algoritmaların içinde toplanıyor. Hashtag’ler, “linç partileri”, “challenge”lar — hepsi Durkheim’ın bahsettiği taşkınlığın ekran versiyonu. Eskiden insanlar birlikte dua ederdi, şimdi birlikte yorum yazıyor. Sosyal medyada bir gönderinin altındaki öfke zinciri, adeta bir çevrimiçi ritüeldir (Collins, 2004). Kimse kimseyi tanımaz ama aynı anda aynı cümleyi yazar. Bu, postmodern tapınmanın nörolojik olarak daha az yorucu ama etik olarak daha kaygan versiyonudur. Ve ne yazık ki, battığımızı fark etmediğimiz bataklık…

Durkheim bugün yaşasaydı, muhtemelen bir stadyumda tezahürat yaparken “Bu coşku, toplumun dayanışma enerjisidir!” diye bağırırdı. Sonra herkes o anı selfie çubuğuyla kaydedip “#kolektifcoşku” etiketiyle paylaşırdı. Çünkü artık kutsallık da, topluluk da, ritüel de çevrimiçi. Kolektif coşku hâlâ var, sadece mekanı değişti. Eskiden ateş etrafında dans edilirdi; şimdi Wi-Fi sinyali etrafında toplanılıyor. Birey hâlâ o enerjiyi arıyor: kendinden taşmayı, yalnızlıktan çıkmayı, bir anlığına “biz” olmayı. Ve her tribünde, her mitingde, her konser sahnesinde, her yorum zincirinde aynı şey fısıldanıyor: yalnız değilsin, çünkü kalabalıksın.

Ve bir yandan da herkes birbirine soruyor: Bu halk ne kadar sessiz, bu halk uyanmıyor, halk uyuyor...
Peki o zaman — halk kim?

Read more

Kadınlığın Rengi: Marilyn Monroe ve Sarışınlık Dininin Doğuşu

Kadınlığın Rengi: Marilyn Monroe ve Sarışınlık Dininin Doğuşu

Norma Jeane Mortenson, 1946’da saçlarını platine boyadığında yalnızca kimliğini değil, kadınlığın endüstriyel standardını da yeniden icat etti. Hollywood o anda yeni bir tanrıça yarattı: Marilyn Monroe. O günden itibaren milyonlarca kadın saçlarını sarıya boyarken aslında boyadığı şey saçları değil; kendini toplumsal onay için boyadı. Monroe yalnızca bir aktris değil,

By Daphne Emiroğlu